Pide kuyrukları ve orucun basamakları

Şimdiki çocuklar inanmayacak, ama biz kendileri kadarken motorlu kuryeler yoktu… Onlar olsaydı bile evlerde kurye çağıracak telefon yoktu… Basit bir iki şeyin siparişini vermek için de zaten hiç kimse (iki üç durak ve birkaç fırın geçerek) telefon kulübesine kadar gitmezdi…

En yakın kurye ise, zaten işte şurda, sokakta oynuyordu; açıp camı seslenesin diye:

-Muammeeer, koş fırına da iki pideyle bir ekmek al. İftar saati yaklaştı!..

 

 

Kör çeşmeyle hocanın evi arasındaki Keskin Müneccim sokağında, beşerden on kişi takım kurup maça tutuşmuşsunuz… İkindi devrildikten beri koşmaktan suyunuz süzülmüş… Maçın en heyecanlı yerinde, takım arkadaşınız, gole giden rakip oyuncuyu çelme takarak düşürdüğü için penaltı olmuş… Yan binada oturan komşunuzun küçük çocuğunun, kalenize atış yapacak olan iri kıyım oğlanın şutunu karşılayamayacağını bildiğinizden, kaleye onun yerine siz geçmişsiniz… Kaşları çatık bu yarma, topun ardında gerilmiiş, gerilmiş… Siz ise gol yememek için dikkat kesilmiş, dizlerinizi kırıp biraz eğilmiş, ellerinizi hafifçe öne uzatmış halde ve gözlerinizi topa dikmiş beklerken… Tam da o sıra yani…

-Muammeeer… (Veya Aydııın, Ceeem, Aariiif, adınız her ne ise) Hadi koş fırına…

-Yaaaa… Aaanne yaaa!..

 

 

Pidenin asıl lezzeti; onun için kuyrukta beklemektir…

Ramazan pide demek, denmez elbette ama; bir anlamda pide Ramazan demektir…

Acıkmış, susamış ve ağızlarındaki kelimelerin pek de çıkası gelmeyen, hafif solgun insanların sıra halinde bekleşmeleri bambaşka bir manzaradır fırınların önünde…

Yahu şunu öğlenden alsanız olmaz mı?

Olmaaaz!.. Neden? Çünkü pide, kapağı açılır açılmaz kızgın fırının içinden çekilenler arasından ayrılıp, bir gazete kâğıdı içine konarak size verilecek… Siz de onu elinizle tutamadığınız için kollarınızın üzerinde taşıyacaksınız… Pidenin hizasında kalan deriniz kıpkırmızı olacak… “Uf uf uf” diye hoplaya hoplaya eve doğru koşarken gözünüz başka hiçbir şey görmeyecek… Ve bu ateş gibi pideleri elinizle düzgün tutamadığınız için (peki tamam, kimseler duyasın) birkaç kere de kaldırıma düşürmüş olacaksınız!

 

 

Pide kuyrukları, sabreden gönüllere, sanki Ramazan havasını üfler…

Pide kuyrukları, adamı şair bile eder ki; nasıl “yazar” olduğumuzun sırlarından biri de böylece açığa çıkmış olur!..

Hangi semtte olursa olsun, bu pide kuyruklarında hiç beklememiş kaç kişi vardır bilmiyorum… Çünkü Ramazan ikindilerinin en unutulmaz hatıralarında biri de işte budur: Yani, ciğercinin kapısında bekleşen kediler gibi fırınların kapısında pide beklemek…

Her birimiz, aynen kediler gibi cama dönük; fırın kapağının hemen açılmasını… Uzun tahta küreğin fırın ağzından içeri dalmasını… Bir sıra pidenin, fırın küreği üstünde dışarı çıkmasını… Ve müşterilere doğru sürülmesini gözlemektedir… Kedilerden farkımız ise, onlar gayet derin bir sabır içinde, dağınık oturur ciğerci kapısında; bizlerse sabırsızlık içinde, ama yine de sıra halinde durmaya zorlanırız fırınların önünde; yoksa “başlatmayın şimdi oruç kafayla” diye sesler yükselmeye başlayıverir!

Ama çocuklar didişirse, tembihler hazırdır:

-Hişşşt!.. Ülen oğlum, oruçlu iken kavga edilir mi hiç?.. Bekleyin iftara kadar da, sonra döversiniz birbirinizi!..

-Bu oruçlu değil ki zaten amca…

-Yok yeaa, oruçluyum tabi ki!

-O zaman çıkar bakalım dilini…

Ben de çıkarırdım lüzum ettikçe, ama şu dil çıkarmayı bir türlü anlayamadım gitti, bilen biri varsa söylesin; dilini bir karış aşağı sarkıttığın zaman hangi uzman, dilinin nesine bakıp ta anlıyor acaba oruçlu olduğunu?.. Fakat bu metot her zaman da işliyor; yani, dilini sarkıtan oruçlu, çıkaramayan değil!..

Çocukların işlerine pek akıl ermiyor…

 

 

Beykoz pazarı eskiden de cumartesi günleri kurulurdu ama çayıra değil Yalıköy’e…

Sahildeki caddeye kadar inmiş olurdu alt ucu ve sonra kademe kademe, sokak sokak yukarıya doğru yükselirdi… Hatta o zamanlar Ahmet Mithat Efendi’nin koca ahşap yalısı bilinmezdi veya ben bilmezdim. Şimdiki gibi bakımlı ve ünlü değildi yalı. Son yıllarda o da değişti, yüzü gözü açıldı, üzerine adı sanı bile yazıldı…

Bizim çocukların tezgâhı yukardaydı. Beykoz Müftülüğü’nün önündeki caminin dışında ve kıble tarafındaki köşede, cadde kenarında bulunan o tarihî ve şâhâne çeşmenin hemen karşısında, hani başına merdivenlerle çıkılan sokakta… O sokakta şimdi neler hatırlıyorum… Arkamızdaki ev Ümit’in dedesinindi. “Ümit’in dedesi”nin başka adı yok gibi zihnimde, hoş bir ihtiyardı, öldüyse Allah rahmet eylesin…

Bir oruç günü, öğlen olmak üzere… Yaşını başını almış bir saygısız adam gelip tezgâhın arkasına oturmuş; sigarasını yakmış, hem de rüzgârın üstünde duruyor ve dumanı çekip üfledikçe insanın topukları yerden kesiliyor!.. Siz olsanız ne yaparsınız?.. Bizim gürültümüzü duyan (Konyalı Galip derlerdi) rahmetli Galip amca “N’oluyor orda? Diye seslendi… Öfkem burnumdaydı ve ne olduğunu ben söyledim. Kendisi de ciddi bir tiryaki olan ve hatta ikinci anjiyosu sırasında kalbinin durmasına kadar da sigarayı terk edememiş olan Galip amca da temiz bir fırça attı adama… Civarda sözü geçerdi rahmetlinin ve sair zamanlarda kendisi de yer içer, taşkınlık yapmayan kimseye seslenmez; ama söz konusu oruç ve Cuma olunca “dur orda” derdi!.. Hatta son yıllarında, oğullarına devrettiği işten de elini çekip, namaza ve kazalarını toparlamaya başlamıştı…

 

 

İlk hatırladığım iftar vakitleri…

Ablamlar ile birlikte cama burnumuzu dayamış, o zamanlar oturduğumuz tepedeki evin penceresinden uzaklara bakıyoruz… Karşımızda Karlıtepe, aşağıda Sultaniye ve Gümüşsuyu, biraz ötede Abraham Paşa Korusu, daha ileride Beykoz Kasrı’nın içinde bulunduğu koru ve sonra Yuşa Tepesi… Solumuz ise boydan boya deniz, boğazın karşısında Yeniköy sahili, ileride seçilen Tarabya Oteli ve Büyükdere’ye doğru uzayan sahil…

Herkes kendi minaresini tutarken bana da bir tane seçmem söylenmiş… İşaret ediyorum “şu” diye… Ondan sonra, bekleşiyoruz; acaba hangimizin minaresi daha evvel yanacak? Birazdan pıt, pıt diye ışıklar belirmeye başlıyor; önce biri, sonra bir tane daha ve az sonra hepsi…

“-Oldu, olduuu… Işıklar yandı… İftar vakti geldiii…”

Nerde yaşadığın değil, nasıl yaşadığın değil; sevdiğin insanların yanında yaşayıp yaşamadığın önemli olan…

 

 

İftar vakitlerinde, minarelerin şerefe lambalarının yanmasını gözlediğimiz odada yufkalar var. Siyah ve çatkılı çizgileri olan bir sofra bezinin üstünde, üst üste yığılılar. Çok küçüğüm, belki de mahallenin en küçüğü. Büyük ablam anneme yardım ediyor, onüç ondört yaşlarında… Ben en küçükten beş yaş küçüğüm ama herkesin ayağa kalktığı sahur vakitlerinde ben de dikiliyorum ayağa… Çorba, kesme pilav, börek filan; oturup herkesle birlikte yiyorum, herkesle birlikte niyet de ediyorum oruç tutmaya… İyi de, hiç kimse hiçbir şey yiyip içmiyor artık akşama kadar…

Ben, biraz erken gidip bakmaya başlıyorum minarelere doğru… Bekliyorum ama ışıklar yanmıyor ve zaten güneş gökyüzünün ortasında… Sonra gene gelir bakarım, diye düşünerek odadan çıkıyor ama çıkarken yufka tepeciğinin yanından geçiyor ve geçerken birinin ucundan bir çimdik koparıyorum; bakalım iyi yapmışlar mı, diye!.. Bu iş elle anlaşılmaz ki, dille anlaşılır; dişimin arasına koyup eziyorum… Biraz ekmek biraz da hamur tadı var bunda, ama iyi anlayamadım, bir pındik daha koparıyorum… Ablalarımdan biri görüyor mutlaka beni ve o zaman sanırım elimdeki yufkayı arkama saklıyorum…

Onlar bana “orucumun bozulmadığını”, söylüyorlar; çünkü benim yaşımdaki çocuklar “merdivenli oruç” tutarmış! Benim, tuttuğum orucun sonuna kadar çıkabilmem için bir iki “basamak” lazımmış yani!.. Biraz daha yufka koparıp belki de içine peynir koyuyor veya reçel sürüyorlar… Yiyorum, orucum bozulmuyor… Yerken su da içiyorum, gene orucum bozulmuyor…

-Şimdi tamam artık, diyorlar bana. Bu birinci basamaktı… Gene oruçlusun, sakın bir şey yeme, tamam mı?..

Oğlan çocuklarına has, o koca kafamı sallıyorum…

-Aferin benim paşama, diyor büyüklerden biri… Ve böylece, basamak basamak oruç tutmaya alışıyorum. Bir iki sene de başından sonundan birer ikişer gün tutmaya başlıyorum. İlk bütün orucumu ise ilkokul üçüncü sınıfa giderken tutuyorum, hem de ay boyunca. Hiç de zor olmuyor…

 

 

Önceki yıllarda oruç tuttuğum bazı günler, niyetli olduğumu öğrenenlerden bazıları, benimle anlaşırlardı “orucumu kendilerine satmam” için…

Bir şeyin sevabı, birine hediye edilince azalır mı hiç; artar!.. Üstelik her gönderdiği kimse sayısı kadar da “hediye etme sevabı” kazanır. Öyle ise; bu güne kadar tuttuğum bütün oruçların sevabını, her birinize, ayrı ayrı hediye ettim…

O zaman da böyle yapardım işte… “Bugün tuttuğun orucun sevabını bir avuç şekere (veya şu kadar kuruşa) bana verir misin”, derlerdi, kafamı sallardım…

Hem oruç tutmuş olur, hem de harçlığım çıkmış olurdu!        

         

  

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir