“.. büyümekten korkmasın!”
(Dünkü yazı ile bağlantılı)
(Küçük çocukların ilginç bir özelliği vardır ya hani; ufak meselelerde ortalığı ayağa kaldırdıkları halde, büyük acılar karşısında tepkisiz kalırlar… Durumu idrak etme güçlüğünden midir bilmiyorum, böyle zamanlarda başka şeylerle ilgilenir, ya da öyle görünürler!..)
…..
İşte, köşeye çökmüş ve ağlayan o kadının kucağında da üç yaşlarında bir çocuk vardı.
Biliyorum ki bir yavru kedinin gözünde biriken çapakla bile ilgilenecek olan bu kızcağız; sımsıkı kollarıyla kendisini göğsüne bastıran anneciğinin, sanki eriyen ciğerlerinin süzüldüğü gözlerine bakmıyordu bile!..
Hatta onun hıçkırıklarını dahi dinlemiyordu sanki…
…..
Galiba, küçücük aklı ve kısacık hayat tecrübesiyle; kendi hissetmediklerini annesinin de hissetmeyeceğini zannediyordu… Kendi unuttuğunda annesinin de unutacağını sanıyordu galiba, ortalığı yakan acıyı!
İşte galiba o yüzden hissetmez görünmeye çalışıyor, unutmaya zorluyordu kendini…
Arada bir, kıpırtılı kâküllerinin gıdıkladığı alnını kaşıyor… Ama sürekli kendi ellerine bakıp, hareket ettirdiği parmaklarıyla konuşuyordu mırıl mırıl…
Dedeme de bakmamıştı. Hatta saçını okşadığında bile… Hatta, cebinden çıkardığı kâğıtlı şekeri eline doğru uzattığında bile…
Sadece şekere bakmış, sonra da onu; kapıyı çalan biri gibi parmaklarının arasına almıştı. Galiba bu şekerin, deminden beri kurduğu oyunun kahramanları olan parmaklarına gelen bir misafir olduğunu düşünmüştü!..
Eve geldikten sonra, çıkarttığı kâğıda birkaç satır yazdı dedem. Sonra duyulabilecek bir sesle okudu yazdıklarını:
“Evladım;
Küçük çocuğuna, kendini sürekli ağlarken göstermekten sakın…
Çünkü belli etmese de, hatta sonraki zamanlarda hadiseleri ayrı ayrı hatırlamasa bile, bir annenin ağlaması en çok küçük çocuğunu etkiler…
Büyükler hadisenin ne olduğunu bilir çünkü, ona göre düşünür… Ama küçük çocukların şuur altında iz kalır!..
Evet yavrum!..
Çocuğuna sık sık ağlarken gösterme kendini ki;
Büyümekten…
Ve yuva kurmaktan…
Ve de özellikle anne olmaktan korkmasın…”
…..
Acı içindeki gözleriyle bana baktığında, görevimi anlamıştım.
“Ben götürebilirim dede!..” dedim.
Aşağı doğru üçüncü sokağın içindeydi küçük kızın üzerinde oturduğu eşik… Yanına yaklaştım, baktı bana. Ben, demin burdan dönüşte dedemin ona vermiş olduğunun aynısından bana da verdiği… Ama benim yememiş olduğum şekerimi cebimden çıkardım ve;
“Sana bir misafir daha geldi!..” dedim.
Ben güneş tarafında olduğum için, şekeri alırken gülümsedi mi; yoksa ışıktan kamaşan gözlerini kısarken mi ağzını ince bir çizgi halinde uzattı, anlayamadım…
O sıra, bana tanıyarak bakan annesi geldi yanımıza. Ben de cebimdeki katlı kâğıdı çıkartarak ona verdim.
———————————————————
Minik bir not:
Uzun zamandır ilk defa bir radyo programına katılacağız;
Pazartesi günü, saat 13 ile 15 arasında, 101.3’ten (Üsküdar) yayın yapan Radyo Çağ’da, Zahide Ülkü Bakiler’in sunduğu Hayata Dair programına…
İnşallah iyi de olacak, görelim bakalım.
Didi
İlk sayabildiğim Fenerbahçe kadrosunun kalesinde Datcu vardı. Sonra Yılmaz, Mustafa, Serkan, Osman… Ardından Cemil geldi, kaleyi de Adil ve Yavuz korumaya başladı, yanlış hatırlamıyorsam…
Ama yine de çoğu doğrudur bu isimlerin; çünkü “Dünya Kupası”ndan sonra mahallenin çocukları Krabowsky, Kempes, Pele, Beckenbauer filan gibi isimlere sarınıp top koşturmaya başlamadan evvel sokak aralarında, her birimiz, bize kâfi gelen kendi oyuncularımızdan biri olur, hatta kendimizi o sanır, bir yandan hayalî rakip takım oyuncularına onları ipe dizer gibi çalımlar atar, bir yandan da bağıra bağıra kendimizin spikerliğini yapardık:
“Son bek oyuncusunu da çalımlayan Osman ceza sahasına girdi, evet kalede Gökmen var… Osman vurur gibi yaptı vurmadı ve ani bir hareketle, şaşıran kalecinin bacak arasından topu kaleye soktu ve GOOOLL!.. durum 13-0.
(Rakipler hayâlî olunca goller de hep aynı ayaktan geliyordu haliyle!..)
İşte o günlerin Fenerbahçe’si, (adını hâlâ öğrenemediğim Brezilya’lı eski oyuncu) meşhur antrenör Didi’nin ellerindeydi… Bu bizim için gururdu; çünkü futbol maçlarına gidecek kadar büyüklerden hep onları dinlerdik televizyonsuz günlerde…
Bunları niye anlattım?..
Çünkü Didi ölmüş, Brezilya’da, 72 yaşında…
Peki bunca gelip giden futbolcu ve antrenör arasında… 1972-76 yılları arasında kaldığı ülkede onun hâlâ hatırlanmasını sağlayan şey neydi dersiniz?..
Şuydu. Yani şunlarmış:
Beyefendiliği…
Saygısı, sevgisi…
Bir de çalışma disiplini…
Aslına bakarsanız, ben bırakın o kadar detayı, onun yüzünü bile zor hatırlıyorum, çünkü Fenerbahçe ile Paşabahçe arası, bir çocuk için aşılmaz bir mesafeydi… Ve o günkü medya bu günkü medya değildi…
Benim için o zamanlar;
Hayâlî bir kalecinin koruduğu hayâlî bir kaleye, hayâlî bir topla hayâlî goller sıralamak daha mühimdi…
Ama benim için şimdi;
Bu ülkeden tam 25 yıl önce gitmiş bir spor adamının, HANGİ ÖZELLİKLERİYLE HATIRLANIYOR OLDUĞU çok daha mühim…
Bu ince nokta hepimiz için mühim olmalı, değil mi?
Stop
Muammer Erkul
18 Mayıs 2001 Cuma