“O”nunla gözgöze gelmek!
Kalabalığın arasındasınız… Bir kapı açıldığı anda veya bir koridoru döndüğünüzde karşılaşıyorsunuz onunla;
“Aa!.. Kimdi bu?..
Tanıdım tanımasına da, kimdi!..”
…..
Çok meşguldünüz. Belli ki o da çok meşguldü. Konuşamadınız, selamlaşamadınız bile. Çünkü o kendi yanındakilerle, siz de kendi yanınızdakilerle yoğundunuz.
Ama aklınızda da kaldı o bakışma…
Tanıdınız onu, kesinlikle… Ama o kimdi!
…..
İlginç olan; onun da aynen sizinkine benzer duygular içinde ve hafıza yoklamalarında olduğunu hissettiniz…
Büyük ihtimalle dedi ki o da içinden;
“Aa, tanıdım bunu daa, kimdi?..
Konuşmalıyım onunla ama, hadi sonra… Bir dahaki sefere!”
İşte aynen şu anlattığıma benzer, enteresan bir gerçekle gözgöze geldim Pazartesi sabahı.
Kemal Sunal’ın öldüğünü duyup, duyduğuma da sonunda inandığım an, aklıma ilk önce “acaba kaç yaşında olduğu” geldi…
Normal miydi bu?..
Bilmiyorum.
…..
Ayhan Işık’ın öldüğünü hatırlıyorum, bir zamanlar… Ama belki de hiç sormadım bile; veya söylendi de duymadım bile kaç yaşında olduğunu…
Adile Naşit’in öldüğünü hatırlıyorum, Hulusi Kentmen’in, Erol Taş’ın… Ve daha kimlerin…
…..
Barış Manço’nun da…
O da mı 56 yaşındaydı?..
…..
Yüce Mevla hepsine rahmet eylesin.
Ama bu işte bir iş var;
Neden birilerinin öldüğünü duyar duymaz yaşını merak ediyor bazı insanlar?
Ve ben; neden bir zamandan sonra öldüğünü duyduğum kişilerin yaşını merak eder oldum?
Yoksa bir yaş dönümü mü bu?..
Görüyor musunuz, şu yazıyı bile paldır küldür yazamıyorum; bazı cümleler bir türlü kurulmak bilmiyor, değil mi?..
Biliyorum; bazı satırlar da su gibi okunmuyor, değil mi?..
(!)
Biliyorum; çünkü bir süredir insanların da tepkilerini kontrol etmekteydim…
Pek çok insan benim sorduğum soruyu sordu aynen benim gibi:
“Ya, Allah rahmet eylesin… Kaç yaşındaydı?”
Hanginiz ne derseniz deyin; bu sorular, ödümüzü patlatan bir ölçme biçimi aslında, sessiz bir soruşturma!..
“46 yaşında mı? Hımm, iyi iyi… Benden yirmi yaş büyükmüş!..”
“Seksen yaşında mı?.. Ne yapalım, Allah rahmet eylesin…”
“Hii, inanmıyorum… Çok gençti be abi!..”
…..
Anlatabiliyor muyum?
Ne derseniz deyin; kimselere, hatta kendimize bile farkettirmemeye çalışarak ölçüyoruz(!) bir şekilde, sanki ölçüsü varmış gibi…
Neyi?..
Ölümün bu defa da bize ne kadar yakın geçtiğini!..
Aniden görüverdik onu, gözgöze geliverdik “onunla” dün sabah yeniden…
Çok meşguldük kendimizle, işlerimizle, yanımızdakilerle…
O da çok “meşguldü” sanki; Kemal Sunal ile kolkola gibiydiler!..
Bir an bakışır gibi olduk…
Onu tanır gibi olduk…
Onun da bizi tanıdığını hisseder gibi olduk…
“Aaa!..” Dedik, kaldık… Sonra da;
“Hadi sonraki sefere…” Diyerek geriye bıraktık tanışmayı, sanki!..
…..
Fakat aklımıza da takılıp kaldı bir şekilde;
“Ama!.. Kimdi bu?..
Tanıdım tanımasına da, kimdi!..”
———————————————————
Sadi’den: İyilerin yoluna dair
İmam Şibli, bir torba buğday almış, köyüne götürmüş.
Boşaltırken taneler arasında bir karıncanın yuvarlandığını görmüş. Hayvancağız şaşkınlık içinde sağa sola koşuşuyordu.
Şibli, karıncanın rahatsızlığını görünce, “buna ben neden oldum” diye düşündü ve sabah gün ağarınca hemen alıp yerine götürdü onu.
Kalbi perişan olanların üzüntüsünü gider.
Allah da senin kederini giderir.
Helalzade Firdevsi ne güzel söyler:
“Sırtında tane taşıyan karıncayı bile incitme. Onun da canı var. Can tatlıdır.”
Karıncanın gönlünü ancak taş yürekli ve kara gönüllü olan incitebilir.
Güçsüzün eline kuvvetli yumruğunla vurma.
Bir gün onun ayağına karınca gibi düşebilirsin.
Mum perveneye acımadığından ateşte yanmaktadır.
Stop
Muammer Erkul
05 Temmuz 2000 Çarşamba