İran’ın milli günü, devrimin 34. yıl dönümü (7 Şubat 2013)

 


(Fotoğraflar yazının sonunda…)

Çocukluğumdan beri her Cağaloğlu’na çıktığımda önünden geçtiğim İran konsolosluğu hep ilgimi çekmiştir.
İşte bu yüzden; "İran’ın milli günü için davet" lafını duyduğum an, hiç tereddüt etmeden katılmaya karar verdim…

Bir zamanlar bütün gazeteler Cağaloğlu’nda hazırlanır ve basılırdı. 
Bütün gazeteciler, muhabirler, bütün yazar ve çizerler bu sokaklarda dolaşır, siyasî veya ticarî parlak fikirleri olanlar da gene bu bölgeye koşardı… 
Yani "Türkiye Cağaloğlu’ndan yönetiliyordu" diye yemin etsek başımızın ağrımayacağını söyleyecek kimselerin sayısı oldukça fazladır.

Bu sözüm elbette daha eski zamanlarla da bağlantılı, çünkü "Babıâli" denen yer de burası…
Babıâli; yani büyük, yüksek, yüce kapı, yani devlet kapısı…
Yani hükümet binası…
Bilmeyenler not etsin, bir yarışmada filan çıkarsa hatırlasınlar: Osmanlı hükümet binası, şimdiki İstanbul Valilik Binası olarak kullanılan binaydı… 

Bilindiği üzere bu bina Sirkeci’den Cağaloğlu’na doğru çıkan yokuşun kıvrımında, soldadır. Ve yine aynı yokuşun (yani Ankara Caddesi) bittiği yer bir beş yol ağzıdır. Sağa dönen yolun ismi Türkocağı Caddesi’dir. Sağ köşe İran Konsolosluğu, onun karşısı Gazeteciler Cemiyeti binasıdır…
Babıâli; hükümet, devlet kapısı vs anlamına gelmesinden daha çok "basın dünyası" için kullanılırdı ve bizler Cağaloğlu’nu gördüğümüzde gazeteciler için hala "Babıaliden filanca" tabiri kullanılırdı.

Böyle uzun anlatmamın nedeni; bu binanın, yani İran Konsolosluğunun ne kadar hayatî derecede önemli bir noktada olduğunu vurgulamak içindi.
Bir yanı Vilayetin ve Milli Eğitim Müdürlüğü’nün bulunduğu Ankara Caddesi… Üst yanı Gazeteciler Cemiyeti’nin bulunduğu ve tarihî Cumhuriyet Gazetesi binasına giden Türkocağı Caddesi… Alt yanı meşhur Babıali yokuşu… Ve arka tarafı İstanbul Erkek Lisesi olan bu binanın önünde bir zamanlar hep bir hareketlilik vardı; protestolar olur, siyah çelenkler konulur, bildiriler okunurdu…
Duvarda ise camekânlar içinde Pers kültürünü tanıtan bilgiler, Pehlevî ailesini gösteren resimler filan… 

İran şahı Rıza Pehlevi Amerika’ya yaslanmış bir yönetim sergiliyordu.
Bunun için de özellikle Türk solcuları protesto ve gösterilerini burada da devam ettiriyorlardı ve bütün gazeteciler burada olduğundan benzeri her hareket hemen haber oluyordu. 
Bir gün "Hümeynî" ismini duymaya başladık; Ayetullah Hümeynî… Sürgünde imiş ve Şah aleyhine başlatılan ayaklanma hareketini yönetiyormuş…
Sözü uzatmayayım, Şubat 1979’da şahlık yıkıldı ve yerine "İran İslam Cumhuriyeti" ismiyle şimdiki rejim kuruldu. Ve ülkeyi Şiî din adamları yönetmeye başladı.
Yani aslında bir din devletiydi kurulan ve ülkeyi yöneten siyasilerin de üzerinde İran’ın din adamları vardı.

İran çok eski bir kültürdür.
İmparatorluk genetiğine sahip olan bu insanlar siyasetin, özelikle de dış siyasetin ustaları, cambazıdırlar!..

Peki sonra ne oldu? İran konsolosluğunun önü huzur buldu mu?
Hayır!.. Her nedense orası sanki mimlenmiş bir noktaydı. Parmaklar yine o binaya uzatılıyor ve bizler; "İran’ı kara sakallı mollalar yönetiyor, Türkiye de bir İran olacak" sözleriyle korkutuluyorduk!..

Bir kısım gazete ve televizyonlar için bu konu sürekli çiğnenen bir sakız, sürekli şişirilen bir balon gibiydi. Bunu yapanlar çoğu zaman da netice alıyorlar, ayrıca bu konuyu kendi siyasî mücadelelerinde basamak olarak kullanıyorlardı.
Yani Türkiye’deki dindarlar işte bu binanın önünde sayısız kereler protesto edildi, bazı siyasî partiler burada protesto edildi, batıcılar, ABD, NATO burada, ve elbette İran da yine burada protesto edildi…
Biz mi? Bizler hep baktık, ben de hep baktım.
Yani bu bina benim için hep ilginç, ama hep de uzak gelmişti bana…

Zaman aktı gitti…
Sonraları ben, eserlerini Farsça yazmış olan Mevlana hazretleri ile kabri şerîfi Tus’da olan İmam-ı Gazalî hazretleri ile ve silsile-i âliyye büyükleri ile ilgilenmeye başladıkça, birçok isim ve olay bana hep İran topraklarını işaret etmeye başladı. 
Fakat “İran” denince hep işte burayı görüyordum, yani İstanbul’daki İran konsolosluk binasını…

7 Şubat 2013 Perşembe akşamı…
Yağmur yağıyordu ve bütün bahçe kapıları açılmıştı. 
Bahçeden itibaren yere Kırmızı halılar serilmişti. 
Şemsiye tutan görevli kişiye "Türkiye Gazetesi yazarıyım" deyince deftere bile bakmadan; "ıslanmayın, hemen geçin içeriye" dedi…
Halıyı takip ederek merdivenleri çıktık, hiç bir güvenlik kontrolünden geçmeden binaya girdik. 
Bizi kapıda uzun boylu bir bey karşılayıp elimizi sıktı: "Hoşgeldiniz" dedi…
(Aynı kişi, daha sonra… Bizler çıkarken gene kapıda duracak ve tekrar elimizi sıkıp ve yine sadece "Hoşgeldiniz" diyecek olan kişiydi…)

Filmlerde rastlanacak bir sahnenin içindeydik; yerli yabancı çok sayıda diplomat, bürokrat, iş adamı ve gazeteci vardı… Çeşitli diller konuşuluyor ve insanlar birbiri ile kaynaşıyordu…
Ardı ardına açılan iki büyük salon da dolmuştu. 
Biz de bu arada Türkiye Gazetesi dış haberler müdürü Hayrettin Turan ve muhabiri Cüneyt Bitikcioğlu ile aynı masa etrafında buluşmuştuk…

Milli marşlar okunduktan sonra, sözünün başında, ilk önce:
“İran’ın milli gününden, devrimin 34. yıldönümünden… Sorumluluk sahibi İranlı bilim adamlarının yaptıkları barışçıl nükleer enerji çalışmalarından…” bahseden başkonsolos Mahmut Haydari:
“Bu fırtınalı dünyada, bölgemizdeki geminin sebat, istikrar ve terakki limanlarına uğramasını istiyorsak; tarih yazmış ve uygarlık beşiği olmuş iki önemli ülke olan İran ve Türkiye’nin iş birliği yapmasından başka yol olmadığına inanıyorum. Böylece bölgedeki sıkıntılara gerçek çözümler bulabilir ve bölgemizde mezhepsel, ırkçı ve sosyal problemler çıkarmak peşinde olan dış mihrakların ümitlerini boşa çıkarabiliriz” dedi…

Saygı duyduğumuz, çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı, dostlarımızı evlerimizde ağırlarız. Evdeki ağırlamak ile beş yıldızlı otelde ağırlamak aynı olmayabilir. Fakat bizim böyle yapmayı tercih etmemiz, sizi canı gönülden sevdiğimizden dolayıdır, diyerek yemeğe davet etti.

İki geniş salondaki açık büfede de İran’a özgü yemekleri vardı fakat benim unutamayacağım yemek balıktı.
Şimdi; hiç mi balık yemedin, biz senin balık hikâyelerini dinleyip duruyoruz, diyenler çıkabilir… Fakat bu bambaşka lezzetin sadece “Hazar balığı” olduğunu öğrenebildim: Üzerinde sos, yağ gibi bir şey yoktu, kuruydu. Mısır ununda ve sanki tereyağında kızartılmış gibiydi. Rengi tatlı su sazanına benziyordu. Dilimlenmeden önceki boyunun iri bir palamut civarında olduğu anlaşılıyordu. Eti lüfer gibi beyaz ve çinakop gibi yumuşaktı. Fakat bu lezzet için özel bir sır var mıydı bilemiyorum. Ama Hazar kıyısında balık yemek için plan yapmam gerektiğin biliyorum!
Toplantının başında yemeğe bile kalmadan ayrılmayı düşünürken, ikinci balık parçasını da silip süpürdüm…

Özet olarak hem benim ve hem de diğer davetlilerin akıllarında, İran konsolosluk binası;
Bütün kapıları misafirlerine açılmış…
Caddeden salon kapısına kadar bahçesine kırmızı halılar döşenmiş olarak kaldı…
Hiçbir kontrole tabi tutulmadan binaya alındık ve başkonsolos bütün misafirlerini kapıda karşılıyor, hepsinin tek tek ellerini sıkarak hoş geldiniz diyordu…
Verilmek istenen mesaj da zaten, sanırım buydu.

Komşumuz İran’ın milli gününü tekrar tebrik ediyor ve misafirperverliklerine teşekkür ediyorum.




Birinci kat, iç salonda Cüneyt Bitikçioğlu, Muammer Erkul ve Hayrettin Turan.


Konsolosluk binaları o devlete aittir ve bizler de misafiriz…
 


İran Başkonsolosu Mahmut Haydarî ve yazar Muammer Erkul
 

Resmî konuşma. İran bayrağı ve duvarda fotoğrafı bulunan İran devriminin lideri Ayetullah Hümeyni.


Hayrettin Turan abimizin bu güne kadar çekilmiş en artistik fotoğrafı bu kare, öyle değil mi?


"Sana bir tane daha balık getireyim mi" diye soran (Türkiye Gazetesi muhabiri) Cüneyd Bitikçioğlu… 


Salon tenhalaşınca…



Bahçe’de, bayraklarında kullandıkları sembol…
Duvarın arkası Ankara Caddesi ve ötesinde M.E.Müdürlüğü binası. 

Gündüz çekilmiş bir başka fotoğraf aşağıda, bina bütün olarak gözüküyor:

.

 


3 yorum

  1. Öyle ballandırarak anlatmışsın ki abiciğim yediğin balığın lezzeti buralara kadar ulaştı 😉 Afiyet olsun:)
    Sadece balığın tadı değil, İran konsolosluğunun her bir yerine serilen o kırmızı halılarının ucu, misafirperverliklerinin “ılığı” da ulaştı… “Kapıları açmak” güzel bir hareket; içeriye oksijen dolaar, çiçek kokularıyla kuş sesleri girmek için fırsat bulmuş oluur… Olur da olur.
    Örnek ve çook yerinde bir politika gerçekten. Tavandan tabana hepimizin zihninde yer etmiş olan “sarkıtlı-dikitli” soğuk İran portresi ılıman bir havaya büründü. Başkonsolosun sözü de havada (yahut konsoloslukta) kalmaz umarız. Böylesine, birbirine yakın ve birbirine mahkum iki kardeş gibi olan ülkelerimiz iş birliği yaparsa çook mihrakların çook ümitleri boşa çıkar kendilerinin de belirttiği gibi. Ve bundan iki ülke de kazançlı çıkar. Hoş bir hava esmiş. Dileriz devamı gelir…
    Hicran Seçkin

  2. İran’ı tarif et deseler bana, A…….cat’ın (Ahmedinecat) gözleri derim! Karanlık, sinsi…
    Fatma

  3. Hoş güzel fevkaladenin fevkinde:))) hani kurt nekadar kuzuyum dese deee:))) İran da okadar işte …..
    Balığı götürmüşsün tadınıda tarif etmişsin abimm:)) bu balık sana pahalıya gelmesin bak seninde fotolarını çekmişlerdir kayda tabi olmuşsun velhasıl kelam:) acem de oyundan bol başka oyunlar vardır bildiğinden vazgeçmez bu aralar kral ve kraliçe ile dirsek teması eksik olmasada ortadoğuda ki arap ülkelerine markaj uygulasa daaaa bu işin sonu pek hayra alamet görünmüyor benim şahsi fikrimdir katılıp gülmek yadaa oturup düşünmek sizlere kalmış yazın bi köşeye not edin:))) :))))) burda kahkahalar atıyorum acemden bi parça satın aldılar komşularında da satılmış topraklar mevcut hernekadar yok falan deselerde bir devlet mayalanmış vaziyette bakalım petrolll kime akacak:))))) parayı veren düdüğü çalamaz herzaman.( akacak kanda damarda durmaz derler):)))
    uzun lafın kısası bu acemin balığı ilk tattırmaı değill????

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir