İnanılır gibi değil; zaman bu kadar hızlı mı geçiyor şehirde?..
İnsan kendi bildiği şeyleri, diğerlerinin de bildiğini sanıyor… Bunu ilk defa, çocuk dergisinde çalışmaya başladığım zaman yaşamıştım; Rapunzel’li bir örnek vermiştim aramızdaki toplantıda… Arkadaşlar; “Rapunzel de kim?” Demişlerdi…
O sıralar yeni tanışmıştık, dergi ekibiyle; biri İşletme’de okuyordu: Bu yazıyı yazdığım sene, bir ulusal kanalın magazin programında görünüyor… Diğeri açık öğretimde okuyordu; iyi dergicidir ve bu yazıyı yazdığım sıra Amerika’nın başkentinde kendi çocuk dergisini çıkarıyor…
Gülmüştüm o gün sorularına. Cevap vermeyip duymazdan geldim ve sözüme devam ettim. Ama onlar tekrar sordular. Bu defa emindim ki benimle dalga geçiyorlardı. Kızdım ve belki de ilk kavgamızı o gün ettik… Diğer arkadaşların kimler olduğunu hatırlamıyorum bile ama o ikisi, o gün ciddiydiler. Ben ise şaşkın… Bir çocuk, Rapunzel okumadan nasıl büyüyebilirdi ve hatta bir çocuk dergisinin yazı veya teknik kadrosuna nasıl girebilirdi?..
Ben “bilinecek her şeyi biliyorum ve benim bildiklerimi bilmeyenler eksiktir” sanıyordum!.. Bilemediğim ise; herkesin aynen benim gibi düşündüğü, idi o zamanlar… Yani herkes “bilinecek her şeyi kendisinin bildiğini” ve “o bilgilere sahip olmayanların eksik olduğunu” düşünüyordu!..
Ne ilginç bir benzerlik değil mi, insanlar arasında?..
Karşımdaki kayalara toslaya toslaya öğrendim sonunda: Evet nasılsa herkes biliyordur benim bildiklerimi, en az benim kadar… Fakat, o zaman da benim bir şey söylememe lüzum kalmıyordu!..
Sonunda kolayını buldum: Çocuklara yazmak… Çünkü Nasreddin Hoca fıkrası bile anlatsan, çocuklar için yeniydi ve onların kahkahalar atmasına sebep oluyordu. Ve hatta bazen büyükler de katılıyordu bu öğrenme kervanına. Misal olarak, biri çok şaşırmıştı Nasreddin Hoca’mızın; nasihatlerini, espri katarak anlatan mübarek bir zat olduğuna… Medreseden evine giderken bile talebelerinin peşini bırakmadığına. Hoca’nın da ders anlatırken talebeye sırtını dönmemek için, merkebinin üzerine ters oturduğuna, böylece eve varıncaya kadar dersin devam ettiğine…
Nasreddin Hoca aslında bize şunu öğretiyordu: Âlim; öğretmeyi bilendir! Tebessüm ettirerek, başka konularla aldatarak, cazip hikâyeler arasında, yahut “açın kulağınızı” diyerek ama öğretmeyi bilen kişidir âlim… Öyle değil mi?..
Konu konuyu açıyor, başa dönelim.
Yıllardan beri içimde duran hatıralar var; hani, ben biliyorsam nasılsa herkes biliyordur, sandığım… Ve benim gibi başkaları da biliyor, diye anlatmaya lüzum görmediğim…
İşte şimdi, bu yazıya başlarken, bunlardan bir kısmını net olarak hatırlamadığımı fark ettim. Etrafımdaki birkaç kişiye; “Yaşar’ı hatırlıyor musun?” Diye sordum. “Hangi Yaşar?” Dediler… “Fok yaşar, dedim. Hani Galata Köprüsü’nün yanındaydı!..”
Hepsinin de bana bakan gözlerinde derin bir boşluk vardı…
Böyle durumlar insanın sinirine dokunuyor!.. Bunun mantıklı bir cevabı olmalı; bu kadar çok kimse nasıl “bilmiyorum” der ki böyle ilginç bir hikâyeyi!
“Peki motosiklet ile dönerek yukarı çıkan adamı hatırlayan var mı?..”
Aynı boşluk var, bakışlarda. Hâlbuki ben yıllarca, bu kopuk ve siyah beyaz sinema filmi gibi hatıra parçalarını hep taşımıştım göğüs cebimde! Yalnızca benim için mi kıymetliydi bu görüntüler, bilmiyorum… Cevap arayıp durdum uzun süre. Bulduğum ise şuydu: Benim doğduğum İstanbul, şimdiki İstanbul’un tam beşte biri… Ben doğduğum zaman hayatta olan büyüklerin çoğu ölmüş veya alıp başını gitmiş bu mahvolan şehirden… Şu anda burada bulunanların ise hemen hemen hepsi; ya benden sonra doğmuş veya İstanbul’a sonradan gelmiş… Yani benim hayal meyal hatırladığım bu “spot” görüntüleri net olarak hatırlayan birilerini bulmak daha da zorlaşmış…
Eski filmlerde gördüğümüz ve kenar korkuluklarındaki motiflerin çizgi romanlarda bile özene bezene çizildiği Galata Köprüsü, malumdur ki şimdiki köprü değil. O eski köprünün ziyan edilmesi ihtimali beni çok korkutur ve büyük kayıp olur!
İstanbul’un bir zamanlar kalbinin attığı bölge: Eminönü… Köprü’nün iç tarafı, yani Haliç yönündeyiz. Orada, karaya bağlanmış halde duran, sanırım bir mavnaya çıkıyoruz. Bordası (ön veya hem ön hem arka, sivri kısım) yüksek, küpeşteleri (kenar korkulukları) da bordasıyla uyumlu indiğinden olacak; teknenin içinde ne olduğunu görmek için tahta bir iskeleden geçmek, ama daha önce bir miktar para ödemek gerekiyor. Mavnanın ortasında bir havuz ve içinde acayip bir şey: Bir fok balığı bu, ismi de Yaşar… Rengi siyah, bıyıklı, ıslak ve parlak, bir köpek gibi insanın yüzüne bakıyor, el çırpıyor… Bütün hatıra bu bende veya bir iddiaya göre de anlatılanları kendim şekillendirmişim zihnimde. Kesin olan ise; beş yaşımda yokum! Her neyse; ablamlar ve babamla konuştukça biraz daha belirginleşiyor hatıra… Ailecek gitmişiz oraya. Yaşar’ın rengi siyah ama unutulmayan beyaz bıyıkları varmış… Balık atınca veya para atınca alkış yapıyordu. Suya girip çıkıyordu… Laftan anladığını ispat etmek için “Onbaşı Yaşar” diyorlar, o da elini başına koyup güya asker selamı çakıyor… Sonra da, af buyurun “Eşşek Yaşar” diyorlar, Yaşar da mahzun mahzun bakıp, elini yüzüne kapatıp, üzülüyordu…
Televizyon nedir bilinmeyen 70 öncesinde, bir çocuk için ne kadar farklı hatıralar bunlar…
Acaba panayır filan mı kurmuşlar o zaman o bölgeye, kim bilir? Çünkü, yine kimselerin hatırlamadığı bir motorcu vardı yine oralarda. Kocaman bir fıçı düşünün, ahşaptan. Siz, tepesindesiniz ve kenarından içine bakıyorsunuz. En dipte bir adam var, bir de motosiklet… Herkes hazır olunca işaret veriyorlar, o da motora binip çalıştırıyor, güç veriyor ve önce dipte dönmeye başlıyor, sonra iyice hızlanıp döne döne yuvarlak duvarlardan ta yukarıya, seyircilere yakın bir hizaya kadar çıkıyor ve sonra da tekrar dibe iniyor… Çok kısa sürmüş ve “bu kadar mı” diye geçirmiştim içimden…
Uzun Ömer’i ise hatırlayanlara rastlamak mümkün…
Eniştem, yeğenimi kastederek; “Mehmet’i ara, çorap atölyesinden Fikret’in numarasını versin. Onun abisi var, Zeki. O bilir!” Dedi… Aradım. Ahbap olduk. 60 yaşının üstünde, hoşsohbet bir Kemahlı… İstanbul’a 10 yaşlarındayken gelmiş; yani son 50 yılın şahidi. Neler anlattı: “Beyazıt tarafından gelen tramvaylar, üniversitenin önüne gelip dururlardı… Orada Acem’lerin kahveleri vardı. Evet biliyorum, İran’dan gelenlere Acem derler ama bunlar Türk asıllıydı. Erzincanlılardan önce Acem’lerin elindeydi çay ocakları. Hatta Kahveciler Derneği’ni de ilk onlar kurmuştu… Kuleye çıkar, bütün şehri seyrederdik Cumartesi günleri. Şimdi çıkılmıyor Beyazıt’taki bu Yangın Kulesi’ne, yanına bile girilmiyor. 69 senesinde kapattılar…”
Fakat ne Yaşar isimli fok balığını ne de motorla dönen adamı hatırlamıyor o da…
“Peki Uzun Ömer’i hatırlıyor musun, dedim. Hani piyango gişesi vardı?..”
“Onu hatırlıyorum, evet. Ben ilkokul çocuğuyken, bazen hemşerilerin gittiği kahveye giderdim. Bir keresinde orda görmüştüm; hayret edilecek kadar uzun bir adamdı… İyi de, sen nasıl hatırlıyorsun onu?” Diye sordu…
“Ben onun ayakkabısını hatırlıyorum”, dedim…
Galata Köprüsü’nün Yenicami’ye bakan tarafında, eskiden boğazdan gelen yolcuların indirildiği iskele kısmına yakın, küçük bir piyango büfesi vardı. Üzerinde: “Uzun Ömer Piyango Gişesi” yazardı. Vitrininde, cam arkasında öyle büyük bir ayakkabı vardı ki; belki 60 numara. Bir bebek kundağı kadar… Oradan geçerken şaşkın şaşkın bakardık, 1980’lere kadar.
Sonra ne oldu bilmiyorum. Belki de eski köprüyle birlikte tarih olmuştur!
İstanbul, her insan için bir ömür; ne yaşanmışları biter, ne yaşanacakları, öyle değil mi?
Ellerinize sağlık;
çok keyifli bir yazı olmuş.
FİKRET TOPALLI