Reçeteyi kullanmak [14 Temmuz 1999 Çarşamba]

Reçeteyi kullanmak

Gene size; “tek okuyuşta anlamadığınızdan” şikâyet edeceğiniz bir yazı yazacağım…
İnadına!..

Epey önce; “doktorumun hastasıyım” dediğimi okumuştunuz…
Onu seviyordum ve hâlâ da seviyorum. Kozyatağı’nda özel bir polikliniği vardı. Oraya gelen hastalarla diyaloğu harikaydı.
Biz onunla nöbetçi kaldığı gece yarılarında harala gürele resim yaparken dost olduk. Muayene odalarından birine kutularca plastik boya ve tabakalarca dokulu karton doldurup “rengârenk oluncaya kadar” uğraşırdık…
Orası tarihe karıştı ve onu çok özledim. Çünkü şu an aramızda yüz-yüzelli kilometre mesafe var… Ve beni iki yıldır “telefonda” muayene ediyor!
Bu muayeneler sırasında bazen o sahilde yürüyor oluyor, bazen ben kırık-dökük bir halde nöbetçi eczanenin kapasından girmekte oluyorum…
Bunları diğer hastalar ve diğer hekimler duymamış olsun!..

“Aptal” olduğumu ilk defa duymayacaksınız…
Bir gün bana bir reçete uzattı. Ve dedi ki:
“Bunları al, iyi ilaçlardır… Pahalı gelmesinler sana. Bendeki şu numune kutulardakilerle beraber tedavini yapacağız…”
O an ne düşündüğümün psikolojik yorumunu yapmayalım şimdi, ama sorduğum soru şuydu:
“Sen bunları kullandın mı?..”
Bana çok güzel baktı…
Sonra koyverdik kahkahayı!
Ve ardından tıpış tıpış gidip eczaneye, paşa paşa ödeyip parasını, ilaçlarımı aldım ve tedavimi oldum.
Kulakların çınlasın Dr. Muhammet Göğüş.
Belki de o an bana, (en azından ilaçlar kadar) o bakışın ve o gülüşün lâzımdı.
Aptallığım o vakit kırıldı ve bir hekimin “hastası ile aynı dertten mustarip olmak zorunda olmadığını” idrak ettim!..
Bir doktor, yazmış olduğu reçetedeki ilaçları kullanmış olmak zorunda değildi, öyle değil mi?..

Konular konulara bağlı elbette…
Ve ben bu konuları sabahın beşinde birbirine bağlamaya çalışıyorum.
Her gün vızırdanıp dururum; “gene geç kaldım, gene geç uyandım, gene gün bitti” diye…
Gece dedim ki kendime; “Şu saatte uyanacağım…”
Ve uyandım!
“Hayret” falan değil bu..
Her şey kendi beynimizi programlamamızla alakalı.

Saat yirmiüçe doğru yeni evimize çok yakın olan lunaparktan döndük. Bu apartmanın (üç-dört ay sonra gelecek olan) ilk bebeği biraz yorulmuştu çünkü! Seher hanım ile Şenol bey dördüncü katta kaldı, biz bir üst kata devam ettik.
Lunaparka gitme fikri, o çift, ben Kırkpınar güreşlerini seyrederken bize geldiklerinde çıktı. Kırk yılın başında bir Kırkpınar seyrettiğim için, güreşin kilitlenme aralarında onların sohbetine katılıyordum. Konu oraya buraya kaysa da genellikle tekstilde düğümleniyordu.
Seher Üçüncü ismi pek çoğunuz için hiçbir şey ifade etmeyecek. Ama Seher hanım şu son bir yıl içinde inanılmaz bir performans gösterdi…

Geçen yılın ilkbaharında bizim evimize geldiklerinde tanışmıştım onlarla. Bir-iki saat konuştuk. Bir-iki kaset verdim ellerine… İki gün sonra biz onlara yakın bir yere gittik, bir toplantımız vardı. Ardından çaylarımızı içtiğimiz pastanede tekrar konuştuk.
Şenol Bey o günlerde işsiz kalmıştı. Seher Hanım da bir fabrikada planlamaya bakıyordu. Ama son derece gergin ve üzgündü. Mükemmeliyetçi, otoriter bir yanı vardı fakat o sıralar hassas, kırılgan ve karamsarlığının yelkenleri açıktı…
Çok iyi hatırlıyorum, çünkü üzerinden henüz bir sene geçti.

Elimde hazır bir “reçete” vardı!..
İyi olan taraf; benim doktoruma yapmış olduğum aptallığı yapmadılar, bu reçetedeki “ilaçlar” neden paralı diye düşünmediler. Bir paket halinde bir-iki kitap, sekiz-dokuz kaset ve iki tane seminer bileti aldılar.
İlk aylar Seher hanımın işinden ayrılması, on-onbeş günlük bir iş denemesi ve şimdiki işinin görüşmesiyle geçti. O sıralar irtibatımız kesilmişti.
Sonra bu işini bulduğunu, yani büyük bir tekstil (kumaş boyama) fabrikasında işletme müdürlüğüne başladığını duydum. Piyasadaki çalkantılara ve krize rağmen o yoluna devam etti…

Bu, hakikatten büyük bir başarı…
Başarı aslında bu değil, kandırdım sizi! “Peki ne” mi?..
Şu:
Reçeteyi kullanmak.
Seher hanım bize inanmıştı ve reçetedekilere sarılmıştı.
Üzgündü. Beklentileri vardı… Düşüncesi tam kırılma noktasındayken, elindekiler; o anı “kıvrılma noktası” haline getirdi.
Gözlerime bakıp ağlıyordu, çok iyi hatırlıyorum… Konuşurken dudakları titriyordu.
Ama o, aniden karar verdi… Kira çıksın, mutfakta tencere kaynasın diye düşünmekten vazgeçti. Bir süreliğine çocuğa bakma işini eşine devretti…
Ve beklentilerini yükseltip, keskin bir virajla “savaş alanına” döndü.

Ahmet Taşçı ile Vedat Ergin kapışıyor… Ben bu güreşi seyrediyorum ve kulağıma adım geliyor. Bakıyorum, herkes bana bakmakta.
Seher hanım, şimdiki iş sıkıntılarını anlatıyor olmalı, belli… Yarı şaka bir sitemle diyor ki;
“Beni, sizin verdiğiniz o kitap işletmeci yaptı…”
“Peki iyi mi oldu, iyi olmadı mı?..”
“Bir sene içinde (alt katımızdaki) bu daireyi aldım işte… Ama çok sıkıntı çektim…”
“Bu bedeli ödeyeceğinizi biliyordunuz, değil mi?..”
“Bu kadar olacağını beklemiyordum.”
“Aslında size bu aşamalarda yardımcı olacak kitaplar da vardı. Sıkıntılarınız çok hafifleyecekti… Size, en azından o ilk kitap kadar faydalı olacaktı…
İhtiyaç hissettiğinizde onlara da sahip olur ve okursunuz, anlaştık mı?”

Seher hanımların şimdi bir senede kazandıkları çok güzel bir evleri var. İki ay sonra da kendini emekli edip bebeğini doğuracak. Ve kendi evinde iki çocuğunu büyüten gencecik bir anne olacak.
Siz bu yazı üzerinde birazcık düşünün olur mu?

—————————————————–

ÖĞRENDİM Kİ;
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar. Ve problem fırsatın yanında cüce kalır.

Stop
Muammer Erkul
14 Temmuz 1999 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir