İrfânın filizleri… İnsanın yeşermesi…
Masallardan ve misallerden bahsetmiştik ya… Masallar, çeşit çeşit arazilerden geçerek, sonunda en verimli toprakla buluşan bir tatlı su dereciği gibi;
İrfânı yeşertir…
…..
İrfânın yeşermesi;
“İNSANIN YEŞERMESİ”dir aslında!..
Okulsuz mekânlarda da irfân ele geçebildiği gibi; irfânı kapısında hiç görmemiş okullar da olabilir…
Ama, masal anlatılan kıraathanelerdeki çay tabaklarının kenarından birer şeker azaltmak… Ve bunları, üst üste koyarak… Terlese; duvarlarından şerbet damlayacak mektep binaları dikme hayâli, irfân sahiplerinden gelir…
İrfândan ilim dahi süzülür, petekten damlayan bal gibi…
Lâkin, irfândan nasiplenmemiş bilim; balmumundan yapılmış küçük biblolar gibi, verilen şekilde kalır!..
İrfân, yumurtaya benzer;
İçinden tavuk da çıkaar, horoz da…
…..
İlimse ya tavuğa benzer, veya horoza!..
Gözü olanlar şeklinden tanır… Kulağı olanlar sesinden… Ve gönlü olanlar içini bilir; içini, yani içinde yumurtası olup olmadığını…
İşte o yüzden tereddüt hâsıl olur; yumurtanın mı tavuktan, yoksa tavuğun mu yumurtadan çıktığı konusunda…
…..
“Peki horozdan yumurta çıkar mı” sorusunu, kimseler sormaz bile!..
Bahçenin sahibi olduklarını sanan horozlar…
Ötmeseler, güneşin doğmayacağını sanan horozlar…
Tavukların rızkının, çöplüğü eşeleyen kendi ayaklarından geldiğini sanan horozlar; şöyle gururlana gururlana ilk ötüşlerinde kesilir!..
Masallarla el ele çıkmıştık yola… Yeşil köylerden, kuru mezralardan, soğuk kasabalardan geçmiştik sizinle buluşmadan evvel… Vâsıl olduğumuz şehir bir irfân beldesiydi…
Bu yol bize; bir tatlı su ırmağı gibi çeşit çeşit arazilerden geçerek, sonunda en verimli toprakla buluşup irfânı yeşerten masalların ve misallerin yolculuğunu öğretti…
Ve şunu anladık:
İrfanın yeşermesi;
İnsanın yeşermesidir aslında!..
İrfân; bilme, kavrayabilme ve anlamayla gelişen düşünce olgunluğu…
İrfân; bu bilip anlamanın, tecrübe ve zekâyla birleşmesinden ileri gelen zihnî kemâl…
İrfân; uzağı görüş, derini seziş ve maziyi hissediş…
Ve irfân, işte böyle; kalpten kalbe seseniş!..
——————————————————
Hangimiz Mecnun?
Leyla’nın ve Mecnun’un yaşadığı devirlerde bir kıtlık olur. Anlatılan hikayeye göre Leyla aç insanlara sıcak yemek dağıtmaktadır. Uzun yemek kuyruğuna geçenler arasında Mecnun da vardır. Fakat sıra Mecnun’a geldiğinde Leyla yemek vermek yerine elindeki kepçeyi Mecnun’a vurur. Mecnun ise bir ödül almış gibi sevinerek gider ve tekrar sıraya geçer. Buna bir anlam veremeyen halk Mecnun’a sorar:
-Behey deli oğlan, her seferinde dayak yiyorsun, hâlâ ne diye sıraya geçiyorsun?..
Mecnun’un verdiği cevap, “neden Mecnun olduğunun” da cevabıdır aslında… Ve bu cevabı yalnızca Mecnun gönüller anlar:
-Görmüyor musunuz;
Yalnız bana vuruyor!..
…..
Merhaba Muammer Abi;
Bu hikaye nerden aklıma geldi bilmiyorum. Aslında nerden okumuş olduğumu da hatırlamıyorum. Belki de senin, yani köşemizin yazılarının birinde geçmişti. Paylaşmak geldi içimden…
Bu arada bana yazmış olduğun cevabı aldım. Teşekkür ederim… Bazen seni sıktığımı düşünüyorum aslında. Kim bilir her gün benim gibi kaç tane mızmız adamla uğraşıyorsundur?.. Leyla-Mecnun hikayesi türünden bir şey belki de bu!.. Ben ve benim gibiler, kafasına her gün kepçe yese de senin karşına çıkmaya devam edeceğiz…
Üzerine afiyet, geçen hafta sonunu yatakta geçirdiğim için henüz selamını da aktaramadım.
Yine başını mı ağrıttım?..
Bu köşede buluştuğumuz herkese hayırlı Ramazan’lar diliyorum. Bu güzel ayda hiçbirimiz bir diğerini unutmasın. Sevgiler… Muharrem Samanlı
Stop
Muammer Erkul
15 Kasım 2001 Perşembe