Rodin’in heykeli (Veya; Biz olmayan bizler!..)
(Hergün sayısız hikayeyi insanlar internet üzerinden biribirlerine aktarıyorlar. Bunlardan büyük bir kısmı da bana ulaşıyor. Gönül ister ki bu yazıların-hikayelerin yazarlarının adı da altlarında kalmış olsa… Ama sanki kimsenin böyle bir alışkanlığı yok! Tercüme edenler veya aradaki kişiler bu isimleri aktarmayı unutuyor olmalılar ve bunca güzel ve ibret alınacak eser sahipsiz bir şekilde dolaşıyor ortalıkta…
Çoğu zaman kararsızlık içinde kalıyorum; bana ulaşan bu yazıları sizlerin de istifadesine sunmamak veya yine aynı eserleri isimsiz yayınlamak arasında bocalıyorum.
Bazen de bir kuru “anonim” kelimesine sığınıyorum işte, bunların hakiki sahiplerinin hoşgörüsüne sığınarak…)
Fransızların o meşhur heykeltraşı Rodin’e, “bir heykeli nasıl yaptığını” sorduklarında tek bir cümleyle cevap veriyor:
-Mermerin fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor!..
Bir heykel nasıl çıkıyor ortaya?..
Rodin’in, “taşın fazlasını atarak” yaptığı heykeller gibi, bizler de “mükemmel insanlar” üretmeye çalışıyoruz!..
…..
Tanıdığımız, sevdiğimiz her insan, aslında bizim elimizden çıkmış, bizim oluşturmaya çalıştığımız insanlardır. Ve bizler bu insanları, Rodin’in heykellerini mermer bloklarından yonttuğunun aksine, “yeni ilaveler koyarak” oluşturmaya çalışıyoruz!..
…..
Bir insanla karşılaştığımızda o küçük bir kil parçasıdır… Onun bütününü görmeyiz, bilmeyiz de… Alırız o küçük kili ve yoğurup “kendi toprağımızdan” birşeyler katmaya başlarız. Bacaklar yaparız ona, kollar yaparız… Sonra bir gövde, kendi kafamıza uygun bir kafa…
Küçük kil parçasına kendi toprağımızı ekleyerek yaptığımız insan, ne kadar kendisidir, ne kadar bizdir, onu hiçbir zaman kestiremeyiz. Heykelin ilk kil parçası ondandır, ama gerisi hep bizim toprağımızdır…
Bizim ellerimizle şekillenmiş insanlar, kendilerinden çok bize benzerler. Zaman zaman heykelin içinden kendileri çıkıverirler; o zaman “hünerimiz” sandığımız ve kendisine “biçim seçtiğimiz” heykelin kolu, bacağı düşer, kafası yana yatar!..
Birden sinirleniriz;
“Neden sen benim yaptığım heykele benzemiyorsun?” diye, ya da;
“Neden benim heykelimi bozuyorsun?” Diye!..
…..
İşin garip yanı; o heykeli yaparken de içten içe heykelin aslına benzemediğini, kolunu bacağını değiştirdiğimizi, bütün çirkinliklerini, eksikliklerini kendi toprağımızla kapatıp değiştirdiğimizi hissederiz… Ama bu gerçeği inanılmaz bir dirençle saklarız kendimizden!..
Özellikle kadınlar, bildikleri gerçekleri kendilerinden saklamakta ve heykellerini kendi yaptıkları gibi görmekte çok ısrarcıdırlar ve bu işi erkeklerden çok daha uzun zaman sürdürebilirler.
Biz, küçük bir kil parçasına kendi toprağımızı ekleyerek, Rodin ise taşın fazlasını atarak heykeller yapar. Ve onun heykelleri bizimkinden daha uzun ömürlü olur…
…..
Paris’te Rodin’in müzesini gezerken, yıllarca resmini masamın üzerinde tuttuğum o kadın heykelini görmek istemiştim önce…
Heykeli bulmuştum.
Benim tahmin ettiğimden çok daha küçüktü, ama benim tahmin ettiğimden çok daha güzeldi. Dizlerinin üstüne kapanmış bir kadın heykeliydi. Saçları “yüzünü” kapatmıştı.
…..
Bu sefer aynı anda bir çok küçük kil parçası alıp birçok kadın oluşturmaya başladım. Bunun adına “sadakatsizlik” de diyorlardı… Onların ortasında durup hepsine birden bakıyordum; aralarında başını çevirmeyecek biri çıkacak mı diye… Hepsi de başını çeviriyordu sonunda, görüyordum; yüzleri benim yaptıklarım değildi!..
Sonra, kadınların da benden küçük bir kil parçası alıp, bundan bir heykel yaptıklarını farkettim… Ve ben de onlar gibi olmadık bir yerde başımı çevirip onlara bakıyordum!
Daha sonra herkesin heykeller yaptığını anladım.
Aslına benzemeyen milyonlarca heykel vardı çevremde…
Herkes “kendi yaptığı” heykele sarılıyordu ve herkesin heykeli kendi sarılışına dayanamayıp parçalanıyordu!..
Ve bütün heykeller karşılıklı olarak biribirine haykırıyordu:
-Ah, sen ne çok değiştin!..
Bir küçük kil parçası alıp ondan büyük heykeller yapıyorduk.
Sonra heykeller başlarını çevirip bakıyorlardı ve yüzleri bizim yaptığımız yüzler değildi. Ama en korkuncu; bazılarının, yüzleri değişik olan ve kendi kollarında parçalanan heykellerinden ayrılmak istememeleriydi.
Ve iki heykelin karşılıklı birbirini parçalamasıyla geçen bir hayat yaşanıyordu…
…..
Tolstoy, karısıyla evlenirken büyük bir hata yapmış ve günlüğünü karısına göstermişti. Heykelin başını çevirdiği an işte o andı…
Karısı, gördüğü yüzü asla affetmedi, ama ayrılmadılar. İşi kendi aralarında bir inada döndürdüler.
Rodin, taşın fazlasını atarak yapardı heykellerini. O, elindeki büyük mermeri tanırdı.
İnsanı tanımak; mermeri tanımak kadar, insanlarla ilişki kurmak; her çekice açık bir mermerle ilişki kurmak kadar kolay değil!..
Taşı tanımak kadar kolay değil insanı tanımak…
…..
Kimse tanımaz sevdiğini. Sevdiğinden bir küçük kil parçası alıp, ona kendi toprağını ekleyerek büyük bir heykel yapar. Yaptığı heykel kendisine benzer… Oynar bir zaman yaptığı heykelle. Onunla konuşur. Heykeli değil, aslında kendi sesini dinler… Kendi duymak istediğini duyar…
Sonra heykel başını çevirir…
Muhakkak her heykel birgün başını çevirir ve yüzü görünür…
Gördüğü yüz, görmek istediği yüz değildir.
Ve insanlar işte bu an hayal kırıklıkları yaşarlar.
O hayal kırıklıklarında garip bir çocuksuluk çıkar ortaya ki; kabahatin heykelde olduğunu sanır insanlar… İçten içe, gerçeği görmekten hep kaçtıklarını bilseler de, bunu kendilerine kolay kolay itiraf edemezler işte. İsterler ki; sevdikleri insan, kendi yaptıkları heykele benzesin, kendi yaptıkları heykel gibi konuşsun, yüzünü hiç çevirmesin…
Küçük bir kil parçasından heykel yapmak, kolay iş değildir, çok emek ister… Ama insanlar emekten pek kaçınmazlar ve; aşk derler onun adına…
Aşk dedikleri; bir insandan küçük bir kil parçası alıp, birgün yıkılacağını da bilerek, o küçücük parçadan kocaman bir heykel yapmaktır.
Ve kendileri bir heykel çıkarırken ortaya, kendilerinin de heykelinin yapıldığını bilmezler.
Sonra birden yüzlerini çeviriverirler!
Heykellerin kolları bacakları tersine döner, parçaları dökülür…
Her seferinde, yeni küçük kil parçalarından yeni heykeller yapmak için, arkalarında kırık bir heykel bırakarak uzaklaşırken, aynı mahzun sesle, aynı sözcüğü söylerler;
“Elveda!..”
——————————————————–
“Aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın, çünkü sonradan akan su, ilk akan su değildir.”
(Herakliedes)
“Boş bir çuvalın dik durması zordur.”
(Benjamin Franklin)
“Kör ata ha göz kırpmışsın, ha başını sallamışsın…”
(İngiliz atasözü)
“Evlilik bir kale gibidir. Dışardakiler oraya girmek için, içerdekiler de çıkmak için uğraşır dururlar.”
(Çin atasözü)
Stop
Muammer Erkul
09 Mart 2000 Perşembe