(Not: Bu yazı 2000 senesinde yazılıp, akabinde 29 Mayıs Pazartesi günü bu köşede yayınlanmıştı. İki sene sonra basılan kitabımızın ismi de yine bu yazıdan alınmıştı… Şimdi internette “Sen İstanbul olsaydın” yazdığınızda yüzden fazla site çıkıyor karşınıza, içinde bu yazımız bulunan…
26 Ekim benim için, hayatımın en özel günlerden biridir; doğum ile ölümün karışık, kavuşmakla ayrılığın iç içe olduğu ve gayet şaşırtıcı…
Bir defa daha okumaktan sıkılmazsınız sanırım…)
…………………
“İstanbul” olana!.."
Sen İstanbul olsaydın;
Ben, sende konacak bir dal bulamayan martı gibi çığlık çığlığa atardım kendimi denizlere!
Sen İstanbul olsaydın…
…..
Sen İstanbul olsaydın, aşka doğru…
Bürünüp sevda rengine, dursaydın gurubun önünde akşam vakitlerinde.
Ve ben… Bense bir güneş gibi yakmaya gelirken seni; saplansaydım kirpiklerine, tam kalbimden…
Düşseydim ufkuna, kan-revan içinde!..
Sen İstanbul olsaydın ve sorsaydın halimi kanatsız güvercinlere!
Sen İstanbul olsaydın;
Ve zindânım olsaydın!..
Sen İstanbul olsaydın;
Saçların, Ekim’in yirmialtısındaki çınar yaprakları tonunda… Ve gözlerin Marmara Denizi renginde olurdu, değil mi?
Ve sen İstanbul olsaydın;
Bir pembe ibrişim gibi akardın gönlüme doğru.
Değil mi?..
Sen İstanbul olsaydın;
Henüz gözden deryalar, güllerden kan damlamadan!..
Ve bilip dağlardan kalyonlar geçireceğimi; önüme surlar dikmeden ve yoluma zincirler çekmeden…
O ilk… Altından güllem, düştüğünde tam kalbinin üstüne, açardın bana kapılarını, değil mi;
Sen İstanbul olsaydın?..
Sen İstanbul olsaydın;
Bir beyaz güvercinin, şahbazdan korkuşu gibi ürkerdin benden…
Sen, İstanbul olsaydın…
Ama sorsaydın halimi de, kanatsız güvercinlerden!
Sen İstanbul olsaydın;
Ve zindânım olsaydın!..
Stop
Muammer Erkul
26 Ekim 2008 Pazar
İngilizce çevirisini okumak için tıklayın
İstanbul gibi hasreti çekilen aşklar dostluklar kurabilmek duasıyla abicim, yüreğine sağlık.
BETÜL