Sen İstanbul olsaydın
Sen İstanbul olsaydın; Ben, sende konacak bir dal bulamayan martı gibi çığlık çığlığa atardım kendimi denizlere!
Sen İstanbul olsaydın…
Sen İstanbul olsaydın, aşka doğru…
Bürünüp sevda rengine, dursaydın gurubun önünde akşam vakitlerinde.
Ve ben… Bense bir güneş gibi yakmaya gelirken seni; saplansaydım kirpiklerine, tam kalbimden…
Düşseydim ufkuna, kan-revan içinde!..
Sen İstanbul olsaydın, ve sorsaydın halimi kanatsız güvercinlere!
Sen İstanbul olsaydın;
Ve zindânım olsaydın!..
Sen İstanbul olsaydın;
Saçların, Ekim’in yirmialtısındaki çınar yaprakları tonunda…Ve gözlerin Marmara Denizi renginde olurdu, değil mi?
Ve sen İstanbul olsaydın;
Bir pembe ibrişim gibi akardın gönlüme doğru.
Değil mi?..
Sen İstanbul olsaydın;
Henüz gözden deryalar, güllerden kan damlamadan!..
Ve bilip dağlardan kalyonlar geçireceğimi; önüme surlar dikmeden ve yoluma zincirler çekmeden…
O ilk… Altından güllem, düştüğünde tam kalbinin üstüne, açardın bana kapılarını, değil mi;
Sen İstanbul olsaydın?..
Sen İstanbul olsaydın;
Bir beyaz güvercinin, şahbazdan korkuşu gibi ürkerdin benden…
Sen, İstanbul olsaydın…
Ama sorsaydın halimi de, kanatsız güvercinlerden!
Sen İstanbul olsaydın;
Ve zindânım olsaydın!..
——————————————————-
Fetih marşı
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek.
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek!
Yürü!.. Hâlâ ne diye, oyunda oynaştasın!
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden.
Senin de destanını okuyalım ezberden…
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…
Elde sensin, dilde sen; gönüldesin, baştasın.
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Yüzüne çarpmak gerek zamânenin fendini!
Göster: Kabaran sular nasıl yıkar bendini!
Küçük görme, hor görme -delikanlım- kendini!
Şu kırık âbideyi yükseltecek taştasın;
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Bu kitaplar Fâtih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrap Sinânüddîn, şu minâre Sinân’dır.
Haydi artık uyuyan destanını uyandır!
Bilmem neden gündelik işlerle telâştasın…
Kızım, sen de Fâtih’ler doğuracak yaştasın!
Delikanlım, işâret aldığın gün atandan,
Yürüyeceksin… Millet yürüyecek arkandan!
Sana selâm getirdim Ulubatlı Hasan’dan…
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın,
Fâtih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Arif Nihat Asya
Fatih Sultan Mehmed Han’ın Vasiyetnamesi
Ben ki, İstanbul Fatihi abd-i âciz Fatih Sultan Mehmed, bizâtihi alun terimle kazanmış olduğum akçelerimle satun aldığım İstanbul’un Taşlık mevkiînde kâin ve mâlûmu’l-hudut olan 136 bap dükkanımı aşağıdaki şartlar muvacehesinde vakfı sahih eylerim.
Bu gayrı menkulâtımdan elde olunacak nem’alarla İstanbul’un her sokağına ikişer kişi tayin eyledim. Bunlar ki, ellerindeki bir kap içinde kireç tozu ve kömür külü olduğu halde günün belirli saatlerinde bu sokakları gezeler. Bu sokaklara tükürenlerin, tükürükleri üzerine bu tozu dökeler ki, yevmiye 20’şer akçe alsunlar, ayrıca 10 cerrah, 10 tabip ve 3 de yara sarıcı tayin ve nasp eyledim.
Bunlar ki, ayın belli günlerinde İstanbul’a çıkalar, bilâistisnâ her kapuyu vuralar ve o evde hasta olup olmadığını soralar, var ise şifası ya da mümkün ise şifayap olalar. Değilse kendilerinden hiçbir karşılık beklemeksizin Dârülaceze’ye kaldırarak orada selâh bulduralar.
Maazallah herhangi bir gıda maddesi buhranı da vâkî olabilir. Böyle bir hâl karşısında bırakmış olduğum 100 silah ehli erbaba verile. Bunlar ki, hayvanat-ı vahşiyenin yumurtada veya yavruda olmadığı sıralarda Balkanlar’a çıkıp avlanalar ki, zinhar hastalarımızı gıdasız bırakmayalar.
Ayrıca külliyemde binâ ve inşâ eylediğim imârethânede şehit ve şühedanın harimleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler. Ancak yemek yemeye veya almaya bizâtihi kendûleri gelmeyûp yemekleri güneşin loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine götürüle.
(Yeşilay Dergisi/sayı 720)
Stop
Muammer Erkul
29 Mayıs 2000 Pazartesi