Senaristler, yönetmenler “sanatçı”lar(!) -iki- [21 Ocak 2000 Cuma]

 

 

Senaristler, yönetmenler “sanatçı”lar (!) -iki- 
 

(dünden devam)

Bir siyasi maksadı olup da, inandığı kendi doğrusu istikametinde yol kateden  kişilere saygım vardır. En azından neyi niçin yaptıklarını bilirler… Ama bu dil  bilmez adamların yazdığı ve önünü görmez adamların çektiği filmlerden  “peydahlanmış” binlerce (zavallı değil) ahmak, şimdi etinin son dirhemlerini  satmakta!
Küfürden başka konuşacak lisanları bile olamayan bu pazar malları, bir zamanlar  kendi kabuğunu beğenmeyen kestanelerdi… Ve hızlı bir şekilde sınıf atlayıp,  sosyeteye girmeyi umuyorlardı!..
Değil mi?
Çetin ustanın yalancısıyım; her yıl İstanbul’a “göçen” üçyüzbin genç kız sinema  yıldızı, assolist, manken olabiliyor mu?
Daha da önemlisi;
Olamayanlar ne oluyor?
Ha?..
Söylesenize… Hadi bir isim koyun içinizden, her yıl İstanbul’a göçen bu  ikiyüzdoksandokuzbin dokuzyüzdoksan kıza…
Onlar bir yana, hayal ettikleri (o, “sanatçı”ların takıldığı) gece kulüplerine  girebilmeye başlayan yüzbinde on, üçyüzbinde otuz kişiye bakalım… Hani şu;  “Göğüslerim iri, demek ki ben sanatçıyım… Bacaklarım düzgün, demek ki ben  sanatçıyım… Kalçalarım dolgun, demek ki ben sanatçıyım… Belim ince, demek ki  ben sanatçıyım… Boyum uzun, demek ki ben sanatçıyım, diyen vehimlilere.
Sanat nedir be?..
Sanat “beyin özürlülerin” işi midir?
Sanat; kalem-kitap görmemiş, tahsil-terbiye tanımamış, okul-medrese tınmamış  ve neredeyse “esaret mukavelelerine” imza yerine parmak basacak kadar cahil ve tek sermayesi hayâsızlık olanlara mı kalmış?
Bu memleketin başına gelmiş ve gelebilecek en çetrefilli musibet; lâğım  farelerinin kendilerini sanatçı zannetmeleri değil mi?
Ha?

İçtimaî hayattan fırlamış… Aile-akraba atmosferinden dışlanmış… Maneviyat  bütünlüğünden kopmuş, ayrılmış… Milliyet mevcudiyetinden çıkmış… Ama ne  hazindir ki, işte şimdi bütün kamera ve fotoğraf makinelerinin peşlerinden  koştuğu, üstüne üstlük çıkarı olanlar tarafından bir de; “yıldız, star, sanatçı, cart,  curt” sıfatlarına alıştırılmış… Başlarını döndüren bu afyonun tesiriyle de  kendilerini “sosyeteden” sanan ve “millet nasıl yaşamıyorsa” öyle yaşamaya  çalışmayı da meziyet bilen tipler…
Kelimenin tam manasıyla…
Nedir?
Bunlar nezih sosyetenin de, para sahiplerinin de ve üstelik hakiki sanatçıların da  yüz karalarıdır.
Adı Onur, mu İbo mu ne, şu küçük türkücüye sormuşlardı bir gün, hatırlarsınız;  kiminle evlenmek istediğini… O da, tam bir çocuk saflığıyla;
“Ben bunların hiçbiriyle evlenmem” demişti.
“Bize uymaz!..”
İşte bu “bize uymaz” çok mühim.
Sorsanıza kendinize; siz, “bu”nların hangisiyle evlenmeyi göze alırsınız?
Evet, üçyüzbinde otuz, yüzbinde on, onbinde bir’den, yani kaldırımlara toz  olmayıp “hedefine ulaşabilmiş şanslı”lardan bahsettiğimizin farkındasınız şu an,  değil mi?
Devam edelim…

Küçük bir grafik atölyem varken, T… Matbaasında B. ve T. Abilerle iş yapıyorduk.  Bir gün basımevine gittiğimde (piyasada tanındığından yazmıyorum); ……  Çamaşırları’nın sahibi, elinde katalog için yeni çektirdiği iç çamaşırı dialarıyla  (saydam fotoğraf) geldi. Gayet rahat, “çağdaş” dedikleri tipte biriydi ve orta  yaşlardaydı.
Ama o an bezgin, canı burnunda ve sanki kusacak gibiydi.
Görüntülerini almak üzere vücutlarını kiraladığı mankenleri kastederek;
“Allah… Dedi.
…Allah, en büyük düşmanımın bile kızının başına vermesin böyle bir mesleği!..”
Onbeş yaşındaki bir delikanlı için bile çekiciliği kalmıyor bazen bazı şeylerin…
Bilmeyenler için söylüyorum; stüdyo denen yerler bir çok spot ışıklarının  aydınlattığı, kadraj dizaynında kullanılacak bazı eşyalardan başka şey  bulunmayan, çok geniş ve boş salonlar, depolar, mekanlardır…
Herşey saatle kiralandığı için de bahsi geçen sutyen ve külotlar, istediği  görüntüyü almak isteyen adamlar tarafından bu mankenlere giydirilmekte,  çıkartılmakta, düzeltilmektedir; bağırtı, çağırtı, küfür kıyametle… Katalogda  kullanılacak kırk çamaşır modelinin de en az üç pozu çekilir üçer ayrı  enstantanelerle. Ve saatle yarışarak…
Fotoğrafı çekilecek bir tencere veya sandalyenin ne kadar mahremiyeti varsa, işte  bu kızların da o kadar mahremiyeti vardır… Ve bu kızlardan, utanma duygusunu  hâlâ tamamen yitirmemiş olanlarına da, bir iskemleye tebessüm ettirebilmek  kadar zor tebessüm ettirilir, deklanşöre basılırken!..
Daha fazla detaya lüzum yok, değil mi?..
Senelik üçyüzbin ev kaçkını kızın hayâli bu mudur acaba? Ve onları izleyecek  olanlara (ne kadar pişman olduklarını anlatamayacaklarına göre)  görünüp-gösterdikleri kadar mutlu mudurlar acaba?
Acaba bunca genç insanın, yanlış adımları atmadan evvel, parıltılı fotoğraf  karesinin hemen kenarındaki “görünmeyeni-gösterilmeyeni” görmek, görmeye  çalışmak gelmez mi hiç aklına?

Geçenlerde, hem de Ramazan ayı içinde, Engin Noyan’ın programında, hayatı  boyunca yazdığı sosyete dedikoduları ile ünlenmiş olan Aykut Işıklar diyordu ki:
“Ömrüm bunların rezilliklerini yazmakla geçti. Aralarında mutlu olan da yok…
Bunca yıldır yazdıklarımla eğer sadece üç-beş tane genç kızın evlerinden kaçıp  da kötü yollara düşmelerine mani olabilmişsem, kendimi bir işe yaramış  sayarım!..”
(Farkında mısınız, üçyüzbinin ikiyüzdoksandokuzbin dokuzyüz küsurundan  kimse bahis bile etmiyor. Onlar zaten toza karışmış, yok olmuş.)
Şimdi;
Sayın yönetmenler…
Kaçyüz filme imza attığınızla övünmek yerine, asıl “ne” çektiğinizi (yani  ballandıra ballandıra damarlara hangi örnekleri zerkettiğinizi) düşünmeye  başlayabilir misiniz artık? Ve bu milletin de sizin elinizden neler çektiğini…

Yapılan herşeyin sanat olduğundan da dem vurur bazıları.
Sanat mı?
Hahahhhaaaa hahhah!..
Yo, buna ben gülmem. Kafanızı kaldırıp bakın… Bu, “kargaların” sesiydi!

Yazılacak çok şey var, ama yine de kısa keselim.
Aslına bakarsanız, sadece şunu anlatmak için başlamıştım yazıya: Bugünlerde  çekilen pek çok filmde (özellikle yerli dizilerde) neredeyse, cinayet işlemeyene  adam denmediği bir dönem geçiriyoruz…
Aynen bir zamanlar, otomobilin otomobil olabilmesi için; bir kıza çarpıp kör  etmiş, tekrar çarpıp gözlerini açmış olma “mecburiyeti” olduğu gibi!..
Aynen, bir zamanlar şarkıcı olmanın, “artiz” olmanın, para kazanmanın, hatta  koca bulmanın… Üstüne üstlük ve dahi, hatta “mutlu olmanın” bile yolunun,  “evden kaçmaktan geçiyor olduğu” şayiasının pompalanmasıyla tezahür eden  “mahkumiyet” gibi!..

Ama bunları yazanlar senarist(!)
Ama bunları çekenler yönetmen(!)
Ama bunları çektirenler yapımcı(!)
Ama bunları bir yandan sızlanarak seyredenler de Türk izleyicisi(!)

Bir memleketin geleceğini, kasıt veya kör cehaletten başka ne karartabilir?..

(Saklanmayın siz de)
Bunları “seyretmemeyi” düşünemeyip, ardından da toplumun neden böööle  olduğundan şikayet eden Türk izleyicisi(!)
Evet, sayın Türk izleyicisi…
Madem böyle filmleri bu kadar seyretmek istiyorsun, öyleyse aynen izlemekte  olduğun filmlere-dizilere-kliplere tıpatıp benzeyen daha çook dizi-film-klip  izleyeceksin, çoluğun çocuğunla birlikte…
Haberin olsun!

Evden kaçanların (özellikle kızların) cümbür cemaati saf, bunların da tamamına  yakını saf ötesi, “mal”dır benim gözümde… Ki onlar, “ince ayarları” kendileri de  düşündüklerinde, birilerinin “kapılarına kul” olduklarını itiraf ederler zaten.  Çünkü bir kısmının aşığı, bir kısmının belalısı, bir kısmının sponsoru olmuştur  artık!.. Bir kısmının da hap-ilaç-toz veya müşteri bulucusu…
Ya, bunlar canını acıtmıyor mu hakikaten kimsenin?..Daha geçen gün okudum Ünal Bolat’ın röportajında; Çetin Altan bu konuda “yılda  üçyüzbin genç kız” diye bir rakam vermiş. Üç yüz bin. Üç tane yüzbin, üçyüz tane  bin…
(Bu cümle, belediyelerin sokaklardan topladığı sahipsiz köpekler kadar bile  titretmiyorsa seni, yazıklar olsun!.. Ve şüphe et kendinden!..)
Yani yılda üçyüzbin tane üzerine soru işareti veya kırmızı ünlem basılmış genç  kızın hayatı!.. Kaybolan hayaller, dağılan veya geride kalan yuvalar, mahvolan  hayatlar…
Sayın senaristleeer;
Yirmi sene evvel bir küçük rakı karşılığında yazdığınız senaryoları hatırlıyor  musunuz?
Bir küçük rakı karşılığında ve bu küçük rakıyı içme zamanında yazdığınız  senaryolardan biri de “bu senaryoları nasıl yazdığınızı işleyen” kendi senaryonuz olsaydı ya…

——————————————————

“Hayat dostluklarla güçlenir. Sevmek ve sevilmek, var olmanın en büyük  mutluluğudur.”
Sydney Smith

 

 Stop
Muammer Erkul
21 Ocak 2000 Cuma
 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir