.
Biz bu uşağı iyi bilirdik!..
(Harun Yerebakan’ın ardından…)
Önce itiraflarım:
Akıl almaz saflıklarım vardır benim; kendim bile şaşarım bir süre sonra…
İnsanları kategorize etmişler ya hani; beyinlerinin çalışma bölgelerine göre… Ben de kim bilir hangi gruba dâhilim!
Bir büyük bankanın şube müdürüyle uzun ahbaplığımız sonunda, o garibim şunu fark etti ki; bu fakîr, “paranın neden var olduğunu” bilmiyor!.. Anlatacaktı uzun uzun, kendi anladığı biçimde ama belli ki anlayabileceğimden ümidini kesti!
İnsanlarda bulunan bunun gibi özelliklerin bir eksiklik olduğunu değil, “çeşitlilik” olduğunu düşünüyorum…
Ama can sıkıcı durumlar da oluyor bazen:
Epey sene önce…
Gazetedeki yakınlarımdan biri Ahmet Sırrı Arvas ve onun en yakınlarından biri de İrfan Özfatura… Ahmet Sırrı’nın her yanına uğradığımda bana mutlaka ondan da bahseder ve ben de her defasında “tanımadığımı” söylerdim. O ise tipini tarif eder, her daim üzerinde bulunan yeleğinden söz eder ve ısrarla “tanıyorsun” derdi…
İsmini biliyorum, yazdıklarını okuyorum ama pek yakınından geçmediğim için selamlaşmıyoruz bile! Çünkü onu bir başkasıyla karıştırıyorum! Asla kızgınlık, kırgınlık yok, ama uzağım, mesafeliyim. Sebebi ise şu: Gazetenin ve benim buhranlar içinde olduğum dönemde bir gün holding binasındaki asansör içindeyiz. Kalabalıktan biri bana anlamsız şekilde sözlü hakaret ediyor. Kızgın, ama nedenini bilmiyorum… Fiili saldırgan değil ama dili zehirli!.. Cevap vermiyorum. (Zaten o dönem holding binası, yakında defolup gidecek “yabancı” dolu, kim ne iş yapıyor o bile belli değil…)
Zaman içinde olayı tamamen siliyorum zihnimden. Ama o gün bir an baktığımda hafızamda kalan siluet (henüz adını bilmediğim) İrfan abiyi hatırlatıyor!..
Ben de her ihtimale karşı (ya oysa) diye tedbirli davranıyor, yaklaşmıyorum…
Gidip sorulmaz ya birine; “yoksa sen miydin o terbiyesiz”, diye!
Zaten o yıllarda ayda ancak bir kere filan geliyorum gazeteye ve işimi görüp birkaç saat içinde ayrılıyorum. Halbuki şahane döşenmiş bir odam bile var. Fakat (o zamanki) çevre ile irtibatım kopuk, zaten her ünite ayrı katlarda ve yıllarca çalışsan rastlaşmayabilirsin bazı insanlarla…
Bir gün masasında buluşuyoruz Ahmet Sırrı’nın. İsim ve şekil birbiriyle örtüşünce, iş açığa çıkıyor. Bir anlamda şekil ve isim aynı anda kesişiyor zihnimde, iyi oluyor…
Yıllar geçti o günlerin üstünden. Kalanlar, kalmayı hak edenlermiş demek ki…
Fakat bendeki tuhaflık değişmemiş olacak ki; bazı isimler ile cisimler ayrı ayrı odalarda oturuyor(!) hala zihnimde…
Geçen gün… Asansörün önünde karşılaştık; merdiven boşluğundaki “duman” bölmesine gidiyorlardı. Mecburî hemşerim(!) M. Kurtbay Önür ile İrfan Özfatura… Bizim siteye koyduğum taziye haberini konuşurken, dediler ki ;
“Harun’la ilgili hatıralarını yazsana bize, onun için İz Bırakanlar sayfası yapacağız…”
“Benim onunla bir hatıram yok ki, dedim. Tanımıyorum bile. Sadece ismini biliyorum…”
“Nasıl yok, dedi Kurtbay… Harun abi kendisi anlatıyordu yakında, Çocuk Dergisi’ndeki senle ilgili bazı hatıraları…”
O zaman, eski resimlere bakmaya karar verdim. Yani herkesin ayrı ayrı semtlere dağılmadan önceki hallerine, fotoğraflarına…
…..
İsim ve cisim farklılıkları konusuna ayrı bir örnek ise; gazetede çoğu kimse M. Kurtbay Önür’ü bu isimle çağırmaz; "Sırrı” der. Bazıları da onu karıştırır belki (benim diğerlerini karıştırdığım gibi), kim bilir! : )))
O gün Perşembe idi ve İrfan abi ile Kurtbay’ın bahsettikeri yazı (İz Bırakanlar) sayfasında dün çıktı. Bugünse Pazartesi…
Birden jeton düştü bende; Harun Yerebakan ile son konuştuğumuzu hatırladım.
Millet bizim yazıları alıp, kendi köşelerinde yayınlar ve hatta bazen altına kendi imzalarını bile atarken; o beni aramış ve bir yazımı; hemşerileri için yaptıkları sitede kullanıp kullanamayacaklarını sormuş, beni şaşırtmıştı…
Adı da hala telefonumda kayıtlı!..
Ama ben bu cisim ile beni arayan şiveli adamı (babam yaşında Mustafa Kum abi) ile irtibatlandırıyordum; hemşerilik, konum ve akran olarak!..
Yani isim ve telefondaki ses ayrı, gazetede görüp karşılaştığım insan ayrı…
(Bendeki insanlar herkesten daha çok, görüldüğü üzere… 🙂
Bizim gazetede bir özel durum daha vardır; ki bu yabancılara çok garip gelir:
Birisi “birinin öldüğünü, hatta cenazeden geldiğini söyler” ama siz sanırsınız ki; onu uçağa bindirmiş de yeni havaalanından gelmiş… Birlikte dua edersiniz; kazasız belasız gideceği yere varsın, diye!..
Bunu konuşuyorduk gene aynı günün akşamı, Almanya servisinde. Halil Delice abi’yi babasının cenazesinden sonra ilk görüyordum… Anlattı biraz cenazeyi filan… Sonra da hep birlikte (ölümü bu kadar olağan karşılamalardan, gülümsemelerden) filan bahsettik…
Bizim eski “dergi çetesi”nden (montajcı) Ahmet Ertuğrul da yan masada…
“Ben sizden önce ölürsem arkamdan güleceksiniz ha?” Dedi ayağa kalkarken…
Sonra karar verdik: Kim önce ölürse, diğerleri onun ardından gülümseyecekti, Fatihaları gönderirken…
Ölümün daha normal, daha soğukkanlı, hatta kimi zaman sevinçle karşılandığı kaç yer vardır başka, bilemiyorum…
Bunca laf, açılacakmış demek ki, açıldı.
Ölüm gerçek!
Acı olan ölüm değil; ölümden habersiz olmak!
Öyle değil mi?
Harun Yerebakan arkadaşımız için Yüce Mevla’dan rahmet… Kızlarına, oğluna, ailesine ve yakınlarına sabırlar diliyor, sizlerden de Fatiha’lar bekliyoruz.
Herkes iyi bilsin… Çünkü bizler diyoruz ki:
“Haçan piz bu uşağu eyi biliyruk!..”
———-
Aşağıda ise;
İrfan Özfatura ile M. Kurtbay Önür’ün hazırladığı ve 16 Kasım 2008 Pazar günü Türkiye Gazetesi’nde yayınlanan; İz Bırakanlar sayfasında, Harun Yerebakan’ı anlatan yazı var…
———————–
Köyüne kavuştun nur içinde yat…
HARUN YEREBAKAN
Bir yiğit gurbete düşse…
KÖYÜNE KAVUŞTU AMA…
Harun Abi zaman zaman ellerini yanaklarına koyar, gözleri dalardı. O tatlı üslubu ile Ardeşen’in bahçelerini, yaylalarını anlatırdı. Beni köyüme defnedin dediğinde “Allahü teâlâ gecinden versin abi. O nasıl söz!” diye mırıldanmıştık. Nerden bilebilirdik ki…
Harun’un vefatı şüphesiz gazetedeki herkesi etkiledi ama bizi daha bir etkiledi. Niye çünkü aynı masayı paylaşıyorduk gün boyu gözümüzün önündeydi.
Rahmetli sabah servise gürültüyle girerdi, selamlar dağıtır, şakalar yapar, güldürürdü, gülerdi.
Türk standartlar enstitüsü gibiydi, masası daima tertipliydi, çantası düzenli. Fotoğraf makinesi, flaşı, objektifleri, not defteri, kalemi, teybi ve n’olur n’olmaz diye yanına aldığı yedek pilleri…
Şarjlı bataryaları daima dolu olurdu, badiyi sardığı sarı bezin kıvrımı bile değişmezdi. Rulo yaptığı aktarma kablosunun kıvrımları altıysa altıydı, ne beş, ne de yedi… Ve bütün bu malzemeler emrimize amadeydi.
SİCİM, POŞET, KOLİ BANDI
Onca yıl masa paylaştık onun düzenini bozmayı beceremedik. Günün değişik saatlerinde bir şeyler isterdik ondan.
Harun abi makasın?
Al, (not alıyormuş gibi yapar) bak yazıyorum, getir ama!
Harun abi zımba?
Bak yazıyorum getir ama!
Hatta bir keresinde “Harun abi iğne” diye sormuştum. Rahmetli “bak yazıyorum” demişti o alışkanlıkla…
Çekmecesinde her şey yerli yerinceydi. Belki birine lazım olur diye dolabında ıvır zıvır bulundurur, istendi mi çıkarıverirdi. Haber esnasında tanıştıklarının kartlarını minik kutularda saklar, bir başkasının işine yarayınca pek keyiflenirdi… Seksenli yıllarda çektiği diaları bile zarflamış, dosyalamıştı. Üzerlerine küçük küçük notlar yazmıştı. Oturup elden geçiren hayatını özetleyebilirdi.
Bir zamanlar büyük paralara aldığı (bekli de üç maaş) bir Canon AE-1’i vardı, dijitale geçince de Canon’dan caymadı. Gazeteciler arasında adı konmadık bir Nikoncu Canoncu çekişmesi yaşanır lakin o bu münakaşalara katılmazdı.
Evet makine tokuşturmaz ama külüstür Toyota’sına da toz kondurmazdı. Matah bir araba değildi bu ama kalenderdi, yolda ney koymazdı…
Fotoğrafhane kapanalı altı yedi yıl oldu belki… Ama onun AE 1’i ve kollu Metz flaşı hâlâ çakmaya hazır bekler çantasında. Her gözde ayrı makara… 100 ASA Fuji, 400’lük Kodak ve Konica…
Ve klasörlerde dosyalar… Alacaklar, verecekler, borçlar.
Hangi ürünün kaç taksiti kaldı, kefil oldukları, çocukların evrakları, okul durumları…
Yeri gelmişken söyleyelim Harun çocuklarına anlatılmayacak kadar bağlıydı. Onlarla ilgili duygularını paylaşma ihtiyacı duyardı. Eğer “gel bir çay içelim” dedi mi ya Kübra ile ya Gamze ile ya da minik Necip ile ilgili bir şeyler anlatacaktı. Onlardan bahsederken gözleri parlardı.
Mesleğini ciddiye alır, işe tatlı bir telaşla çıkardı. Vazifeden son on yılın en büyük haberini yakalamışcasına döner, heyecanla klavye tıkırdatırdı.
TATLI YE TATLI KONUŞ
Bizde adettir, serviste çocuğu olanlar, memleketten dönenler tatlı dağıtırlar. Herkes atlanabilir ama Harun abi asla! O serviste olmasa bile payı ayrılır, masasına bırakılırdı icabında.
Tatlıyı sevmesini onun halavetine veriyorduk, meğer karaciğeri hasarlıymış garibimin. Kimbilir, belki de bünyesi ihtiyaç duyardı.
Harun’u kızdırmak isteyen “nerdeydin abi” derdi “Güllüoğlu bir tepsi baklava yollamış, ortalıkta da kimse yok, bitirinceye kadar canımız çıktı. Adam fıstıkları halı gibi yaymış canım, hem bu kadar da tereyağ atılır mı?”
Sabırla dinler dinler ve o malum suali sorardı; insan bi dilim ayırmaz mı?
Yaa sorma abi aklımıza mı geldi, dalgınlık işte…
O yumuşak huylu, o efendi Harun işte buna dayanamaz, “zıkımın kökünü yiyesiceler” diye fısıldardı.
RİZELİ… YEŞİL MAVİ…
Rizeliydi… Ama has Rizeliydi, memleketine aşıktı. Düşse de kalksa da Çaykur Rizespor’u tutardı.
Ardeşen yöresinin köklü ailelerinden birine mensuptu. İstanbul’daki Yerebakan’ları derler toplar, toplu iftarlar düzenler, alayını arar sorardı. Hatta bir Web sitesi hazırlamış, resimlerle hatıralarla donatmışlardı.
Dert babasıydı… Hastalar, borçlular, işe girmeye çalışanlar gelir onu bulurlardı. Hemşehrilerini yedirir, içirir, yatırır, hekim arar, günlerce işlerini kovalardı.
İHA adına belgesel çektiğimiz günlerde laf ola beri gele cinsinden takılmış “Rize’ye gidiyoruz” diye laf atmıştım, “araba aşağıda, sen de gelsen ne iyi olurdu ama!”
Ne yaptı yaptı on dakika içinde izin aldı, şoför mahallinde yerini kaptı. Köylerine vardığımızda gecenin ilerleyen saatleri olmuştu, yorgunluktan ölüyorduk ama o çocukça bir neşe ile kapıyı açtı, çay, çorba koydu, mangal yaktı.
Rahmetli anacığı henüz bir yıl evvel aralarından ayrılmıştı, mushafı, tesbiği, rahlesi, seccadesi henüz ortadaydı. Mantosu tülbenti kapının çivisine asılıydı. Sanki komşuya gitmiş gibiydi, birazdan eşikte belirecek Harun’la kucaklaşacaklardı. “Oyy Nenna” (anne demek herhalde) derken sesi titredi, göz yaşlarını saklayamadı. Metruk evde ağdalı bir hüzün ve derin bir sükun vardı.
Ama Harun bunu bozacaktı, emekli olduğu gün dönüp gelecek baba ocağına tüttürecekti. Gurbetteki kardeşlerini bu evde ağırlayacaktı. Yanlış hatırlamıyorsam evin uzunca holüne açılan 6 oda vardı, aşağı kattakiler kaç tane bilmiyorum ama bütün kardeşlere yeter de artardı.
Zikrolunan ev birinci viteste araba ağlatan bir yokuşun tepesindeydi, derenin dibine kadar çaylıklar uzanmaktaydı. Sağda solda öbeklenen kara yemişler, Trabzon hurmaları ve kivi sarmaşıkları… Şöyle alel acele turlamış ve bir kucak salatalıkla dönmüştü. Nasıl körpeydiler anlatamam. Çıtır çıtır kırılıyor ve mis kokuyorlardı.
Harun abi her sıkıntılı dönemde Rize’ye gitme kararı alırdı. Öylesine ciddileşirdi ki sanırsınız hemen şimdi kalkacak, denkleri sarmaya başlayacaktı.
HAYALİ GAZETECİLİKTİ
Harun’un çocukluğu Rize Ardeşen’de geçer, Başmahalle’de. Mahalle dediğin yamaca tutunmuş beş on hane… Dik yamaçlar, derenin dibinden tepenin zirvesine uzanan çaylıklar, birkaç serender (ahşap ambar) ve sayılamayacak kadar ağaç…
Harun ilk mektebi burada bitirir sonra Ardeşen İmam Hatip’ten (derece ile) mezun olur. Gönlünde gazetecilik yatar, Üniversiteye hazırlanmaya başlar. O günlerde akrabaları “İstanbul’a gel seni Türkiye Gazetesine sokalım” teklifinde bulunurlar. Evet gazeteci olur ama muhabir değil, onu dağıtıcı yaparlar! Sabahın alacasında Beşiktaş sokaklarına düşer, ne bir gecikme ne bir aksama, gün doğmadan işini tamamlar. Büro memnun, müşteriler memnun, aboneleri katlana katlana artar.
Gurbetçilik işte, Fatih’in dar aralıklarından birinde, rutubetli bir bodrum katında kalırlar. Ağabeyi Sami ile aynı odayı paylaşırlar, garibane arkadaşlarına şekerli makarnalar (!) yapar. Görünen bir problem yoktur ama Rize burnunda tütmeye başlar. Bir gün lağım taşıp da odalarını basınca sabrı da taşar. Bohçasını toplayıp müdürüne çıkar, “bana müsaade” der büyük bir kararlılıkla. Amirleri onun gibi bir pırlantayı kaybetmek istemez, “git tatilini yap dinlen ama mutlaka gel” derler, “aklında olsun, haber servisine adam arıyorlar.”
Neyse gider, döner, gazetede işe başlar. Ona bir masa gösterir, tashih işinin inceliklerini anlatırlar. İyi ama o muhabir olmayı arzulamaktadır, masa başına tıkılıp kalamaz. Kaldı ki safkan Karadenizlidir, hemşehrileri ile konuşurken Türkçe başlar elinde olmadan lazcaya kayar.
Gazetemizin ilk muhabiri, ilk muharriri ilk mürettibi, ilk musahhihi ve son muhasibi olan Mahmud Amca bir gün onu kenara çeker, “seni böyle n’apcaz Harun” der, “Artık İstanbul ağzı ile yazmaya konuşmaya çabala!”
Harun makineli tüfek gibi patlar “evet Mahmud Emice benim musahhihlik yapmam çok mahzurlu, en iyisi yollayın gideyim muhabirlerin arasına!”
GECE MESAİLERİ
Mahmud Amca ses çıkarmaz ama belliki bunu bir yere yazar. Bir boşluk bulunca onu gececilerin yanına katar.
Gececilerin işi herkes el ayak çektikten sonra başlar, bunlar telsiz başında muteyakkız bekler, hadise oldu mu fırlarlar.
O günlerde gece servisinde Faruk Çelik’in sözü geçer. Kankaları Sadi Sözen ve Ahmet Sert ile sabaha kadar kaynatırlar.
Onlara da Harun gibi temiz, tertipli, mesuliyet sahibi biri lazımdır. Yoksa servisin çivisi çıkar. Faruk “hep birlikte telsiz dinlemenin ne manası var” der “ vardiyayı dilimlere bölelim. Birimiz dinlesin diğerleri dinlensin.”
Önce Harun Abiden başlanır, öbürleri battaniyelerine bürünüp rüyalara dalarlar. Sıra Faruk’a gelir ama Harun arkadaşına kıyıp da kaldıramaz. Ahmed’e gelir yine dokunamaz. Şunun şurası sabaha ne kaldı der işine bakar.
Faruk nöbetçi vurur kafayı yatar, nasıl olsa Harun var.
Ahmet nöbetçi vurur kafayı yatar nasıl olsa Harun var.
Bir gece değil iki gece değil tam sekiz yıl böyle akar.
Gerçi telsizcilerin kulakları deliktir, uykuda sanırsınız ama anonstaki telaşı okurlar. Bir anda ayağa fırlar “Kalkın millet! Alemdarağa caddesi, Kilimciler sokak… Silahlı çatışma” diye bağırırlar.
AYRI KUTUPLAR
Diyelim iş çıktı… Harun Ağabeyin sırtında kolombo trençkot, elinde telsiz. Araba zaten Reno 12, bildiğin polis şefi… İşin ters yanı diğerleri amirim amirim der, karışık işlerde sırtını sıvazlarlar. Ki bunların başında maktul evinden vesikalık fotoğraf almak gelir, foya çıkarsa kan akar.
Keyifleri yerinde ise telsizi alıp Dolmabahçe’ye takılırlar. Faruk o günlerde cıva gibidir ele avuca sığmaz. Kiminin çayına idrar söktürücü katar, kiminin makinesini açıp filmini yakar. Nerden baksanız vukuat, yapma etme demekten Harun Ağabeyin dilinde tüy biter, yani o kadar.
Tilkinin dönüp dolaşacağı yer yine gazetedir. Öyle güzel bir kardeşlik havası vardır ki eşiğinden ayrılamazlar. Başlarında Rahmetli Ethem Ağabey gibi bir büyük vardır, ele geçmez nasihatler verir, veliyullahın menkıbelerini anlatır onlara. Gençlerin kanı kaynar ama sırf Ethem ağabey üzülmesin diye aralarındaki problemleri bitirir, yaşlarından olgun davranırlar.
Gazetemizi bilen bilir, burası iş yerinden ziyade bir ev gibidir. Bazen içlerinden gelir, yerleri süpürür, camları siler temizlik yaparlar. Gündüzleri, matbaayı mekan tutarlar. Üzerlerine vazife değildir ama yerinden kalkmaz bobinlere el atarlar.
Ne iştir bilinmez, Harun gibi muti, sessiz, düzenli biri, Faruk gibi yırtıcı koparıcı dağınık bir muhabiri dost edinir. Görünüşte geçinmeleri için hiçbir sebep yoktur ama içtikleri su ayrı gitmez. Sürekli didişir, çekişirler. Gören onları kavgalı sanır ama birbirlerini ölesiye sever, dizi tekliflerini de beraber verirler.
Faruk gibi gözü kara biriyle yola çıkan ummadık gailelere, sürpriz maceralara hazır olmalıdır ancak riskli eşiklerden hep Harun’un ihtiyatı sayesinde kurtulurlar.
Üçlü işbaşında… Harun ve Taner abi Safranbolu’da.
Ya Faruk? Onsuz olur mu? Kareyi donduruyor.
Servisin neşesi… İstihbarat servisinin bir arada olduğu nadir karelerden biri. Harun Abi meclise neşe katıyor.
HAZIR KITA
Harun Abinin 7 yıldır kullanmadığı filmli makine. Ama hiç bir şey eksik değil. Çantayı kapıp çıkabilirsiniz pekala.
Gazetedeki sayfanın linki: http://www.turkiyegazetesi.com.tr/makaledetay.aspx?ID=393430
Sitemizin "Sevgi Ailesinden Haberler" bölümündeki "Gazetemizin Genç kaybı" haberine tıklayabilirsiniz:
http://www.muammererkul.com/index.php?option=com_content&task=blogcategory&id=26&Itemid=38
Allahü teala rahmet eylesin, geride kalanlara sabırlar versin… Yakın çevresi biliyordu elbette ama bizler İrfan Özfatura’nın hoş kaleminden tanımış olduk… Hele de o anneciğine seslenişi, yüreğimizi dağladı… En güzel mekan ve makamlarda buluşmuştur inşallah anneciğiyle…
Ve bizler de inşallah ölenlerimizin arkasından gülümseyerek Fatiha gönderenlerden ve öldüğümüzde de bu şekilde uğurlananlardan oluruz…
KARANFİL
Teşekkürler Muammer abi böylesine güzel bir insanı İrfan abi aracılığıyla bize tanıttığın için.
Ve hani büyük üstad Necip Fazıl Kısakürek’in dediği gibi:
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?..”
İnşallah biz de şefaate kavuşup seadete erenlerden oluruz. Allahü teala’ya emanet olun.
LALE