Seyir Defteri – 27 Kasım 2008 (Osmanlı Cumhuriyeti)

 

osmanl_cumh1

Osmanlı Cumhuriyeti

Film başlıyor. Sarı bir ekin tarlasının önünde “Selanik 1888” yazısı okuyoruz.
Sarışın bir çocuk koşuşturarak karga kovalıyor. Başını kaldırıyor; ağaçta bir kafes asılı. Uğraşarak tırmanıyor, tam uzanıp kafesi alacakken tutunduğu dal kırılıyor. Ağaçtan yere çakılan çocuk, hareketsiz kalıyor!..

Sahne değişiyor. “İstanbul 2008” yazısının ardında; şu anki İstanbul’u görüyoruz. Yalnız şu farkla ki; Topkapı Sarayı’nda yaşayan bir Padişah ve ülkede bir üst kuvvet olarak Amerikan askerleri var. Ayrıca Avrupa Birliği’nin tilkileri iş başında; Amerikan mandasını kabullenemeyen gençler boş durmuyor… Topraklarsa iyice daralmış; elde İstanbul dahil 15-20 şehir kalmış, Ankara ise bir küçük kasaba…

osmanlcumh2

Padişah (Yedinci Osman) tam anlamıyla bir yalnız adam!
Karısı ve yakınlarının çoğu israf peşinde; dünürüyse, Sultanın dilsiz kızından doğma sekiz-on yaşlarındaki torunu (Mehmet Arda’yı) bir an evvel tahta geçirmek ve böylece hanedanının kendi soyuna geçmesi için her türlü şerefsizliği yapmaya hazır… 

 

osmanlcumh3“Osmanlı Cumhuriyeti” isimli film, aslında Osmanlı meşrutiyetini anlatıyor ve üstüne bir de Amerikan mandasını… Ele geçirdikleri yetkileri, Padişahtan habersiz olarak, hükümetin nasıl kullandığına bir misal: Avrupalılardan aldıkları kredi karşılığında Heybeliada ve diğer adaları gizlice Yunanlılara terk etme anlaşması imzalanırken “güm” diye salonun kapısı açılıyor ve içeriye Padişah giriyor. Başbakanın suratı ortasına bir Osmanlı tokadı patlatıp masaya yıkıyor ve kâğıtları yırtarak bu oyunu bozuyor!..
Anadolu’dan çağırdığı halk temsilcilerine ateşli bir konuşma yaparak, sarayın bütün silah ve mühimmatını onlara dağıttığı gece; “işgalcilerden kurtuluş harekâtını başlattığı” haberi, dünürü tarafından ihbar edilince; aynı gece, bir gizli baskınla Sultanın güvendiği bütün bu insanlar koğuşlarında uyurken katlediliyor…
Tamamen yalnız kalan Yedinci Osman, saltanattan feragat ederek yerini, torunu Mehmet Arda’ya bırakıyor. Ve artık Padişah olarak değil de sadece “Osman Bey” olarak şehirden uzaklaşıp, inzivaya çekilmeye karar veriyor. İşgal gemilerinin yanından geçerken;
-Keşke bunların geldikleri gün biri çıkıp; “geldikleri gibi giderler” deseydi, diye mırıldanıyor.

Sahne değişiyor. Ekin tarlasının kenarındaki ağacın altında yatan çocuk kıpırdanıyor. Gözünü açıyor. Sonra da kafesi açıp, içindeki kuşu serbest bırakıyor.
Bu sırada Atatürk’ün kendi sesinden; “…Ne mutlu Türküm diyene” sözleriyle biten nutkunu işitiyoruz, film bitiyor…

Bu film aslında 7. Osman’ın “insan yönünü” ele almaya çalışmış: Karısı ve çevresi ile olan sıkıntıları… Bu yalnızlığın ortasında tebdili kıyafetle gece yarısı kaçtığı sahil meyhanesi… Özgürlükçülerden olduğunu bilmeden aşık olduğu bir güzel sanatlar talebesi…
Bunlar da Mustafa filmi gibi eleştirilecek mi? Hayır! “Halife fötr giyer mi, sigara bir yana içki içer mi, âşık olur mu” denecek mi? Hiç sanmıyorum… Çünkü bu film için “sakın ola izlemeyin ve izlettirmeyin” diyen olmaz!
Ama yine de bazı eleştirmenlerin hiç hoşuna gitmeyecek, çünkü onların beklentisini karşılamayacak!
“Osmanlı Cumhuriyeti” bence, iyi bir konu ve izlenmesi gereken bir film; hele ki “Mustafa” filmini izledikten sonra!..
   

 

osmanlcumh

 

 

—————————-
YAZININ İKİNCİ KISMI:
(Sıkılacak olanlar okumayabilirler…)

Bir tespit:
Osmanlı Cumhuriyeti; “Ya Atatürk olmasaydı” sorusundan yola çıkılarak ama ezberlenmiş cevaba takılı kalmadan yapılmış… Bir Gani Müjde eseri olan filmin konusu şahane; böyle yeni konulara, farklı filmlere, yani zeki adamlara bayılıyorum, destekliyorum… Üstelik mizah ağırlığı, duygusal dalgaları, yakın tarihe bakış açısı gayet ölçülü, dengeli, kıvamında…

Bir tenkit:
Gayet başarılı bir belgesel olan Mustafa filminde de hep tartışılan konuydu. Can Dündar da şunu savundu: Biz elbette yeni liderler çıkmasını isteyen bir milletiz, onun için Atatürk’ü tek ve benzersiz değil, kopyalanabilir, örnek alınabilir haliyle göstermeliyiz, diyordu. Haklıdır! Bu mizahi filmde de çoluk çocuk (Atatürk olmasaydı asla kurtulmayacaktık) fikrine saplanmamalı. Doğrusu elbette şudur:
Mustafa Kemal ve silah arkadaşları bu milletin askerleriydiler. Hiçbiri de kendi aralarında “Atatürk” olduğunu bilmiyordu, ama her biri de bu vatanı kurtarmaya azmetmişlerdi!.. Her biri gerektiğinde her şeylerini bu vatan için vermeye hazırdılar ve verdiler de… Sizler de bu milletin evlatlarısınız ve sizlerin de damarlarında liderlik kanı akıyor. Aranızda büyük adamlar var, yeni liderler var; fakat bunların kimler olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz… Sizlere düşen, içinizdeki liderleri ortaya çıkarmak!.. Yere düştüğünüz zaman Atatürk’ün gelip sizi kaldırmasını beklemeyin; ayağa kalkmayı, yürümeyi, birer lider olmayı öğrenin!..
İşte mesaj budur, gerisi hımbıllıktır, tembelliktir, çağı kaçırmaktır!..

Bir teklif:
“Mustafa” filmi ki hep söylüyorum; sinema ve yakın tarihimize bakışımız açısından bir dönüm noktasıdır! Öyle ki, bir süre sonra M.Ö./M.S. (Mustafa’dan önce ve sonra) diye zaman belirteci olacak!
“Osmanlı Cumhuriyeti” ise hemen Mustafa’nın andından geldi ve “Atatürk olmasaydı” sorusunun kendince cevaplarını verdi.
İşte teklif şudur: Bu iki enteresan filme bir üçüncü gerekiyor ki, onun da konusu şu olmalıdır: “Atatürkçüler (in malum kısmı) olmasaydı!..”
 osmncumh

 

 

 

——————————-
YAZININ ÜÇÜNCÜ KISIM:
(Bu kısımda daha çok sıkılan olabilir, sadece meraklısına…)

Teklifimiz için konu çok ve sayısız malzeme var. Fakat bunlar benim konum değil. Araştırmak lazım…
Sadece bir iki tanesini (AB, yani “muasır medeniyet” seviyesine ulaşmak konusunu) uzmanından aktarıp, gerisini bu muhtemel üçüncü filmin senaristine bırakıyorum… : )
…..

“İstanbul ve Ankara’da konsoloslukların bahçelerinde kuyruk oluşturan bir millet imajından nefretimizi saklamıyoruz. İspanya, Portekiz, Avusturya’dan önce ve Yunanistan ile birlikte üyelik fırsatını kaçırırken düştüğümüz tarihî enayiliği her cepheden, genç tarihçilerimiz mutlaka araştıracaklardır. Şimdilik bu konuda yüksek lisans ve doktora yaptırmaktan ve yapmaktan korkuluyor.”

Diyen ve yaşayan en önemli, en tecrübeli birkaç tarihçimizden biri olan… Benim de dikkatle takip ettiğim, ve yazılarından çok şeyler öğrendiğim Sayın Yılmaz Öztuna, 28 Mayıs 2008 günü yayınladığı yazısında ise şöyle diyor:

“27 Mayıs 1960 faciasının üzerinden 48 yıl geçti. Ordunun politikadan uzak tutulması ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tavizsiz egemenliği üzerine kurulan Atatürk felsefesi ve Atatürk anayasası ayaklar altına alındı.
Yetişmeleri için her türlü fedakârlık gösterilen genç, aydın, Atatürkçü, vatan için göz kıpmadan can vermeye hazır 7000, dile kolay yedi bin subayımız, küçük rütbeli bir avuç darbeci arkadaşları tarafından emekliye sevk edilerek, canlarından fazla sevdikleri silâhlı kuvvetlerden atıldı. En büyük zarara, silâhlı kuvvetlerimiz maruz kaldı. Cuntaları cuntalar izledi. Subay, boğazına kadar -tamamen mesleği dışında bir alan olan- politikaya battı.
Darbe ve ihtilâl anayasası, Türkiye’ye komünizmi getirdi. Türk’ü demokrasiden, insan haklarından, çağdaş uygarlık düzeyinden uzaklaştırdı.
Demokrat Parti demokrasisi (1950-60) elbette bugünküne kıyasla eksikti, geriydi.
Bugünkü demokrasimiz de Batı’daki örneklerinden epey uzaktadır. Ama Demokrat Parti demokrasisinin ve seçmen-sandık şuurunun, yerine geçtiği sisteme nisbetle ne büyük nimet olduğunu anlamak için, 1938-1950 Millî Şef rejiminin dehşetini hatırlamak gerekir. O dönemle mukayese gerekir, günümüzle değil… Türk insanına hür kişi değil, düşünmesi yasak robot muamelesi yapılmıştır.
Yassıada yargısına ve yönetimine gelince, millî utancımızdır. Halbuki (bu millet utanmak için yaratılmadı) sözü Atatürk’ündür. Bu utanç üstelik bu büyük millete tam 20 yıl millî bayram denerek yutturulmak istendi. Milletin yarısı (kuyruk) ve (düşük) tabirleriyle tescil edilerek aşağılandı.
(28 Mayıs 2008, Yılmaz Öztuna, 48 Yıl Önceydi)

…..
Okuduğum zaman şaşkına döndüğüm yazı ise şuydu:
 
“Türkiye, Yunanistan’la beraber Avrupa Birliği (Ortak Pazar) üyeliği için müzakereye davet edilmişti. Biz, 10 yıl müddet (!) istedik! Onlar ortak, biz pazar geri zekâ mahsulü slogan Türk milletine, bilgelik şeklinde yutturuldu.
Bu marifet gerçi Ecevit’in eseridir. Fakat Meclis’te ve devletimizin hemen hiçbir kurum ve kuruluşunda ve özel sektörde itiraz çıkmadı. Sakıym, sakat, öngörüden tamamen mahrum bir görüş, bünyemize yerleşti. Tarihte milletler zaman zaman bu çeşit gafletlere düşmüşler ve büyük kayıplara uğramışlardır.
Bu, Cumhuriyet tarihimizin en büyük gafletidir. Zira Yunanistan, 50 milyar dolar hibe aldı, o yıllarda demokrasisi ve bünyesi bizden geri bulunmasına rağmen, 1980’de üye oldu. 28 yıl geçti. Biz hâlâ Avrupa’nın neresindeyiz, belli değil, bocalıyoruz.
Portekizli Barroso, yanına Fin (Finlandiyalı) Rehn’i aldı. Türkler ne yapıyorlar? endişesiyle yurdumuza geldi. Yunanistan’ı, Portekiz’i, Finlandiya’yı düşününüz…
Yunanca, Portekizce, Fince bugün AB’nin resmî dilleridir. Üye olsa idik Türkçe de resmî Avrupa dili idi. Her kaydın, her sözün dilimize çevirisi yapılacaktı. Portekiz, İspanya 1985’te ve Finlandiya, Avusturya 1994’te AB üyesi oldular. On milyarlarca dolar hibe aldılar. 626 üyeli Avrupa Parlamentosunda Portekiz 22, Yunanistan 22, Lüksemburg ile Kıbrıs bile 6’şar, Almanya ise 99 millletvekili ile temsil ediliyor. Avrupa Komisyonu ise 1 başkan (Barroso), 2 başkan yardımcısı, 1 genel sekreter, 17 üye, toplam 21 kişidir.
Gaflet ve dalâlete dalmasa idik, bugün biz de bu süper parlamento ve süper hükûmetin güçlü üyesi idik. Kişi başına 30 bin dolarla vizesiz Avrupa’da dolaşıyorduk. Ne tesettür derdimiz, ne laiklik meselemiz vardı. İki nesil, yokluk ve yoksulluk çekmiyecekti. Sınırlarımız münakaşa edilmeyecekti. Terörsüz, darbesiz bir Türkiye idik. Bu konuda sorumluluk çok cephelidir. Tek kişiye, partiye, kuruma, zümreye yüklenemez. Eski günahların gölgesi, uzun olur.
(15 Nisan 2008, Yılmaz Öztuna – Avrupa Birliği ve biz)
…..

NOT
Bu ve benzeri konular her ne kadar genel çizgimizin biraz kenarında/dışında kalsa da, böyle bazı güncel konuları açmamızı / derinleştirmemizi isteyen okuyucular oluyor…
Dış siyaseti ve tarihi çok iyi bilen, büyük tecrübe Yılmaz Öztuna hocamızın yazılarından işte bu yüzden örnekler verdim…

 

8 yorum

  1. Author

    Yılmaz Öztuna’nın 27 Mayıs’la ilgili yazısı muhteşem. İyi ki koymuşsun…
    Şu 27 Mayıs lafı geçince içim sızlıyor!..

    A.T.

  2. Author

    İçim sızladı, dediniz ya şimdi neler hatırladım…

    On sene kadar oldu…
    Ankara’dan bir asker arkadaşım geldi, adı İnkilap… Siyasete soyunacak ve destek almak için gelmiş. Aradığı destek benden değil, 27 Mayıs döneminin Orman Bakanı’ndan…

    O sıra Bülent Ecevit yeni bir solukla genç, yeni adaylar belirliyor… (Ve İnkilap da DSP’den listeye girdi ama kazanamadı.)

    Her neyse biz de yıllardır görüşmüyorduk ya, bahane oldu muhabbet ediyoruz.
    Altıyol’a çıktık, boğanın yanından inip Fenerbahçe stadı önünden kıvrıldık ve bir yandan konuşup diğer yandan Bağdat caddesinde yürümeye başladık. Bir kaç saat sürdü bu yolculuk, bir iki çay kahve molasıyla…
    Yatsı vakti sanırım, cadde kenarındaki bir apartman dairesine girdik, randevu saatimiz gelmişti.

    İnkilap’ın “… amca” diye hitap ettiği bu ihtiyar adam, onu birilerine tavsiye edecek, geliş amacımız bu. Anlıyorum ki ortak tanıdıkları var.
    O sıra benim de nerede çalıştığım çıkıyor ortaya, o zaman bana odaklanıyor!.. Şiddetli bir ön yargıya sahip… Ama seni sevdim, diyor ve gerçekten hoşlandığını da anlıyorum, bunda elbette yanımdaki arkadaşın etkisi de var.

    Merak ettiğim çok şey var.
    Soruyorum, o da inanamadığım kadar açık cevaplar veriyor. Son derece pervasız, kendinden çok emin!..
    Bir zamanlar CHP’den bakanmış…
    Menderes’in idamı için el kaldıranlardan biriymiş ki anlıyorum ki bu el kaldırma (asın) anlamına geliyormuş.

    O sıralar Menderes için Anıt Mezar yapılmış, onuru iade edilmiş filan… Ben de bunları düşünerek ve pişman olduğunu sanarak bazı sorular sordum. Birden celallendi, karanlık suratı daha da karardı ve yüksek sesle;
    “Bugün olsa gene asardım” dedi!..
    Sesim kesildi şaşkınlıktan. Hiç beklemediğim bir cevaptı…
    Bu arada ne için asıldığını, yani asılmayı gerektirecek ne yaptığını sormuştum da;
    “Çok şeyler yaptı” demişti!

    Neler yaptığını, ve hepimizin neler yaptığını gizli aşikar Allah biliyor…

    Bir kaç sene sonraydı, bir gazetede öldüğünü okudum.
    O zaman da bir yazı yazmıştım:
    Sanırım “O da öldü, buluştular, kim haklı kim haksız anlaşılacak” diye yazmıştım, anlattığım bu benzer satırların ardından…

    Bak şimdi neler hatırladım.
    Tekrar diyorum ki; bir de böyle bir film yapılmalı. Canlarının istediği her şeyi “Atatürk adına” yaptıklarını söyleyen bu “Atatürkçüler olmasaydı” bu memleket acaba bu gün nerede olurdu?..
    Gerçekten merak ediyorum.

    MUAMMER

  3. Geçmişimizi değiştirecek bir sihirli değneğimiz olmasa da, “Zamanında yaptığımız doğru mu idi yanlış mı?” diye düşünebilmek de bir erdemdir, “itibarı iade etmek” kaybedilenleri geri getirmeye yetmese de, gelecek nesillerin aynı hatalara düşmemesinde belki bir nebze olsun etkilidir. Fakat bu iş cesaret ister, vicdan ister ve hepsinden önemlisi de akıl ister. Bu yüzden zordur aslında kendini sorgulayabilmek, oysa birçokları kolay olanı seçer, taktıkları at gözlüğünün görüş açısı çerçevesinde doğar, yaşar ve ölürler.
    Son zamanlarda yapılan bu ve benzeri filmleri izlerken hissettiğim odur ki; yavaş yavaş tabularımızı yıkıp kendimizle hesaplaşmaya başladık. Daha alınması gereken çok yol var belki, ama en azından bir yerlerden başladık…

    GÜLSÜM

  4. Filmi izleyemedim daha. Türkiye’de olmadığımı için de muhtemelen internette bulsaıya kadar da izleyemeyeceğim.
    Yalnız bu film çekilmeye başlığı sırada bile bazı ilginç eliştiriler vardı. “Atatürk olmasa ne mi olurdu? – Ne olcak hiç birimiz olmazdık.” gibisinden Atatürkçülere (!) yakışır cümleler duymuştum. Aynı kişiler 4 gözle bekledikleri Can Dündar’ın belgesel filminden sonra da ilginç eleştirilerine devam ettiler.

    Yılmaz Öztuna hocamızın iki yazısı da mükemmel. İşin ilginç tarafı da bugun dersde hocamız Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi hakkında ne düşündüğümüzü sormuştu. Bölümümle uzaktan yakından alakası yok ama konuya alkolden geldi sanırım :-).

    Merhum bakan 10 sene önce Menderes hakkında neler söylediyse hala aynı düşünceye sahip, iyi ki asılmış diyecek türden insanlar var.

    VELİ

  5. Çok güzel bir film… Seyretmeye değer. Kahkahalar atmaya konsantre olup gitmeyin ama filme… Espriler çok fazla değil. Ve ve anlayan için çok güzel anlatılmış Türkiye’nin şimdiki hali… İzleyin değer. Yazıları da okudum. Yarınlarımızın iyi olması için dua edelim. Etmeye devam edelim diyorum.

    HATİCE

  6. Tebrikler Muammer abicim; yazdıklarınızı ıkıla, sıkıla, utana, şaşıra ama bir o kadar da soluksuz okudum… Ve okumaları için dostlarımı davete gideceğim şimdi…
    Selam ve dualar abime…

    KADİR ÇETİN

  7. Osmanlı Cumhuriyeti’ni izledim, berbat bir propaganda filmiydi. Tribünlere oynanan demode bir fiyaka. Kendimizi avutma, kandırmaca.
    Neymiş ‘Atatürk olmasa’ imiş miş, sömürge olurmuşuz(!)
    Teyzemin bıyıkları olsa dayım olurdu. O zaman ben de şunu söyleyeyim, ‘Abdülhamid Han olmasa’ cumhuriyet kurulamazdı. Çünkü Abdülhamid Han dağılmakta olan devleti olağanüstü bir zeka ve çaba ile parçalanmaktan kurtardı. Devletin ömrünü otuz üç yıl daha uzattı. Abdülhamid Han olmasa Osmanlı Devleti yıkılır, Kemal Atatürk sömürge bir devletin eline doğardı, haliyle o mektepleri okuyamaz, o savaşlarda çarpışamaz, o mertebelere çıkamazdı. Muhtemelen “Selanik Saint Germen” futbol takımında sol açık oynardı. Nasıl mantık ama (!)
    Tarihi kafanıza göre kurgulayıp, eğip büküp bir ideolojiye gerekçe -malzeme- üretirseniz böyle komik bir hale düşersiniz. Film komik bir film değilidi ama Gani Müjde’nin bu faşist pazarlamacı kafası gerçekten traji-komik!
    Ha bu arada Mustafa ile ilgili bir hatanın da düzeltilmesi lazım; Kemal Atatürk şarklı bir isim olan “Mustafa”yı sevmedi, benimsemedi. Çünkü nüfus kağıdına kendi adını önce “Kamâl Atatürk”, daha sonra bunu da beğenmeyip “Kemal Atatürk” şeklinde yazdırdı. Çünkü yönü batıya -muasır medeniyetlere- dönüktü. Bu yüzden “Mustafa” filminin de adının “Kemal” olarak düzeltilmesi onun arzusuna daha uygundur.

    OKAN USLU

  8. “Aranızda büyük adamlar var, yeni liderler var; fakat bunların kimler olduğunu ne bizler ne de sizler bilmiyoruz…” cümlesi dil yönünden hatalı.

    Doğrusu, bu söyleyişte “…fakat bunların kimler olduğunu ne bizler ne de sizler biliyoruz” olmalı. Fakat ‘ne bizler ne de sizler’ de yanlış bir ifade “Biz ve siz” zaten çoğul… Doğrusu bence şöyle olmalı ” Fakat bunların kimler olduğunu ne biz biliyoruz, ne de siz.”
    Ya da en kestirmesi “fakat bunların kimler olduğunu hiçbirimiz bilmiyoruz :-))

    ÖMER KARAYILAN

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir