Yüz yıl önce ne oldu?
Yüz sene önce ne oldu, bilen var mı?..
Asla bilmiyoruz, asla öğrenmiyoruz; asla bize "ÖCÜ" denen sayfalara dokunmuyoruz!
Peki neden?
Bunu da bilmiyoruz:
"Öcü işte", sadece bunu bilmek bize yetiyor…
…..
Önce bana; yuh olsun!
Bazıları iş/meşgale arar kendine, bulamaz…
Bazıları can sıkıntısından; bilmem hangi magazin "malzeme"sinin kaç kere n'ettiğinin çetelesini tutar!
Biliyor musunuz;
..körler çoğumuzdan daha iyi görüyor, geçmişimizi ve geleceğimizi!..
…..
Önce bana; yuh olsun!
Halbuki yüz sene önce… 27 Nisan 1909 tarihinde öyle bir şey oldu ki;
Bu hadise belki de Türk/İslam tarihinin en önemli kırılma noktalarından biriydi.
Bu öylesine mühim bir hadiseydi, fakat…
Yüzüncü yılında, bizim için büyük hadise;
Hadise'nin eurovisionda nasıl söyleyeceği, nasıl çalkalayacağı oldu!
…..
Önce bana; yuh olsun!
Bu konu hakkında ne söyleyebilirim başka?
Bilmek isteyenlere ancak pencere açabilirim…
Pencere de şu olur: Var olmalarıyla gurur duyduğum üç tarihçiden biri olan, sayın Yılmaz Öztuna hoca'nın 27 Nisan 2009 Pazartesi günü köşesinde yayınladığı, yazıyı aynen sizlere sunmak olur…
Bakan bakaar, okuyan okur!
…..
Buyurun:
100. Yıl
Günü gününe 100 yıl önce, 27 Nisan 1909’da, İkinci Sultân Abdülhamîd tahttan indirilmiş, Osmanlı terminolojisi ile yazalım: hal’ edilmişti.
Tarihimizin en utanç verici bir tablosu içinde tahttan indirildiği zaman, Osmanlı Türk İmparatorluğu Orta Afrika ile Hind okyanusu ve adriyatik arasında uzanıyordu.
Tahttan indirenler hakkında: “Devleti 10 sene idare edebilirlerse bir asır idare ettik diye öğünsünler!” kehanete benzer öngörüsünü söyledi.
10 yıl sonra 1919’da düşman, İstanbul’u, Edirne’yi, İzmir’i, Bursa’yı, hasılı imparatorluğumuzun bütün taht şehirlerini işgal etmiş bulunuyordu.
10 yıl boyunca devlet çok kanlı bir yönetim yaşamıştı.
Bir İngiliz-İttihatçı komplosu ve aşağılık bir irtica ayaklanması olan 31 Mart sonunda, hiç ilgisi olmadığı, meşrûtiyet (taçlı demokrasi) anayasası gereği zaten devleti yönetmediği ve hiçbir suretle sorumlu tutulamayacağına rağmen, tahttan indirildi.
33 yıllık bir saltanatta gösterdiği direnç, dış politika dehâsı, bayındırlık ve eğitim politikası, başta İngiltere, imparatorluğumuzun düşmanlarını ürkütmüştü.
Amcası Sultân Abdülaziz’in 30 Mayıs 1876’da tahttan indirilip 5 gün sonra alçakça öldürülmesi, Osmanlı şevketini pek kötü şekilde vurdu.
Uzun ve kıt’alar aşan tarihimizde imparatorluk yetenek ve şuurunun son gerçek temsilcisi olan Sultân Abdülhamîd’in tahttan indirilmesi ise, o şevketin sonu oldu.
Balkan (1912-13) ve Cihan (1914-18) savaşları büyük felâketlerini, 1918’deki ölümüne kadar tahtta kalabilseydi Sultân Hamîd’in önleyeceği, devleti bu savaşlardan masûn tutacağı, bütün derin tarihçiler tarafından kabul edilmiştir.
Türk tarihinin ve muhtemelen cihan tarihinin en büyük ailesi, hanedanı olan, 20’ye yakın üyesi açık şekilde dehâ eseri gösteren Osmanoğulları’nın kıymetinin bilinmediği âşikârdır. Avrupa’da hükümdarlar hayatlarının sonuna kadar tahtta kalıp devletlerinde istikrârı oluşturmuşlardır.
Bizde Osman Gazi’den Sultân Vahîdeddîn’e kadar (1281-1922) 38 hükümdarımızın yalnız 18’i eceliyle öldü. 20’si tahttan indirildi veya öldürüldü.
Türk tarihi bakımından çok olumsuz tablodur ki, Avrupa tarihinde görülmez.
Yılmaz Öztuna
(27 Nisan 2009 Pazartesi)
Her zaman söylediğim ara sıra yazdığım bir tavsiye var:
Herkes herşeyi bilemez. Fakat herkesin iyi bildiği bir iki konu olması lazım: O konu açıldığı zaman; "BUNU FİLAN BİLİR" deyip sizin kapınızı çalmalılar!
En iyi biber turşusunu yapmayı filan kişi bilir…
Doğu Karadeniz yabani kuşlarını filan kişiden sormak lazımdır…
Şifalı bitkiler filanın uzmanlık alanıdır…
İstanbul'un çeşmelerini filan kişi, Türkiye'nin taş köprülerini filan kişi bilir, hem de her şeyiyle…
Peki senin uzmanlık sahan nedir;
..yani sen neyi biliyorsun?
…..
Önce bana yuh olsun ki, bunu bile anlatamamışım kimseye!
Bu satırları bu gün biri okuyacak!
Diyecek ki:
"Önümdeki üç sene içinde şu konu hakkında bilgi edineceğim. O konu benden sorulacak!.."
Ne kadar mutlu olacağım…
Belki biri lale konusuna dalacak derinlemesine; tarihinden, gelişmesine, yetişmesine bilinen her şeyi bilmek isteyecek!
İşte söylemek istediğim bu:
İ-s-t-e-m-e-k…
İki buçuk sene önceydi, Yoros Kalesi'nın yıkık duvarından geçtim ve iki kişi gördüm. Yabancıydılar. Türkçe bilmiyorlardı, (ülkelerini söylemeyeyim) bir batı ülkesinden gelmişlerdi… İkisinin de önlerinde ayakları üzerine yerleştirilmiş gelişmiş dürbünler vardı. Çantalarında başka dürbünler ve kataloglar ve fotoğraf makineleri de vardı…
Ve bulutların arasına bakıp duruyorlar:
İstanbul'dan geçen, göç eden yırtıcı yabani kuşları gözlüyor, takip ediyorlardı…
…..
Yuh olsun önce bana, dedim… İstanbul'dan kartalların, şahinlerin, atmacaların da geçtiğini kimlerden öğrendim!..
Şimdi belki bu yazı biterken, biri şunu diyecek:
"Ben 100 sene önce bugün ne olduğunu öğreneceğim, hem de sonuçlarıyla birlikte!.."
Olur mu olur! Der mi der biri!
İş arayanlara işte iş, meşgale arayanlara işte meşgale, konu arayanlara işte konu… Belki bir anne adayı, karnını okşayarak; "yavrum, önce kendim öğrenip, sonra bunları sana öğreteceğim" diyecek!
Şimdi siz, bunları yazdığıma şahit misiniz?
Yuh olsun mu hala bana?..
——————————
İKİNCİ KISIM
(Baktık ki gerçekten de pek kimse bilmiyor, tanımıyor; yukarıdaki yazıya konu olan Sultan İkinci Abdülhamid Han'ı… Buraya eklemeyi uygun gördük. Bu konularla ilgili tavsiye edebileceğimiz site adresi: http://www.osmanlilar.gen.tr/34.asp )
ABDÜLHAMİD HAN II
Osmanlı padişahlarının otuz dördüncüsü ve İslam halifelerinin doksan dokuzuncusu.
Sultan Abdülmecid’in ikinci oğlu olup 1842’de Tir-i Müjgan Sultandan doğdu.
On yaşında iken annesini kaybeden şehzade Abdülhamid, babasının emriyle Perestu Kadın Efendinin himayesine verildi. Özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime tabi tutuldu. Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsçayı kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşadan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendiden; Fransızcayı Gardet, Edhem ve Kemal paşalardan ve diğer din ve fen ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan öğrendi. Tahsilinden artan zamanlarını; ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi.
Şehzade Abdülhamid’in zeka ve hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik kabiliyeti, amcası olan Sultan Abdülaziz’in dikkatini çekti. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi şekilde istifadeye çalıştı. Yabancı basını devamlı takib ederek dış devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaşabilmek için uyguladıkları metodları çok iyi etüd etti.
Ayrıca o, ticari faaliyetlerde de bulundu. Kendisinin marangoz atölyesi ile çiftliği vardı. Toprak işleriyle meşgul oldu. Koyun besletti. Üstübeç madenleri işletti. Son derece cömerd olan Şehzade, kazandığı paraları saltanatı sırasında din ve devlet işleri ile fakir ve yoksullara harc etti.
İngilizlerden para alarak düşmanın kuklası haline gelen Hüseyin Avni Paşa; Midhat, Mütercim Rüşdi, Mahmud Celaleddin ve Nuri paşalar, şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi ile anlaşarak 1876’da Sultan Abdülaziz’i tahttan indirdiler ve çok geçmeden de şehid ettiler.
Yerine çıkardıkları şehzade Murad, rahatsızlığı sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi.
Bunun üzerine şehzade Abdülhamid otuz dört yaşındayken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu.
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet en buhranlı günlerini yaşıyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Girit’te huzursuzluk had safhadaydı. Rusya, bu karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş hazırlıkları yapıyordu.
Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip ediyordu. Bütün hükümet üyeleriyle mabeyn personelini saraya davet ederek bir yemek verdi. Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi. Tersaneye giderek bahriyelilerle birlikte oturup asker yemeği yedi. Zaman zaman haber vermeden çeşitli camilere gidip, halkın arasında aynı safta namaz kıldı.
Sultanın bu hareketleri asker ve halkın hoşuna gidiyordu. Nitekim herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak Sırp cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı. Osmanlı ordusu Belgrat’a girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar. Rusya’nın savaşa derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes imzalandı. Diğer taraftan İngiltere, Şark Meselesinin İstanbul’da toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi.
23 Aralık 1876’da İstanbul’da toplanan Tersane Konferansından sonra batılı devletler Osmanlı Devletinin bağımsızlığını tehlikeye sokacak ağır hükümler taşıyan teklifler sundular. Bu toplantıdan bir gün önce 23 Aralık 1876’da Osmanlı Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiş ise de batılılar bunu nazar-ı dikkate almamışlardı. Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini Rusya ile karşı karşıya bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiş görünerek ortalığı yatıştırmak istiyordu.
Ancak İngilizlerin kendilerini destekleyeceği vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayri müslimleri de kendi tarafına çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı.
Harb aleyhinde rey kullanacak olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti.
Neticede meclis, Tersane Konferansı kararlarını reddetti.
Ayrıca Sultan Abdülhamid’in devlet işleriyle çok sıkı bir şekilde ilgilenmesini siyasi geleceği açısından tehlikeli gören Midhat Paşa, onu tahttan indirmenin yollarını aramaya başladı. Hatta Osmanlı Hanedanını dahi ortadan kaldırmayı planlayan Midhat Paşa, konağında topladığı Namık Kemal, Ziya ve Rüşdi paşalarla kendi taraftarı olan diğer devlet ileri gelenlerine “Al-i Osman yerine Al-i Midhat denilse ne olur?” demişti.
Yine sadareti müddetince Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilayetlere azınlıktan valiler tayin etmek ve Osmanlı ordusunun temeli durumundaki Harbiye Mektebine Rum talebe almak gibi Osmanlı Devletini temelinden yıkabilecek faaliyetler içerisindeydi.
Onun bu zararlı icraatları üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i Esasi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Midhat Paşayı sadrazamlıktan uzaklaştırdı ve yurd dışına sürdü.
Diğer taraftan Midhat Paşa sadrazamlıktan uzaklaştırılmış ancak Tersane Konferansı kararlarını mecliste reddettirmekle Osmanlı Devletini Rusya ile karşı karşıya getirmişti.
Nitekim 24 Nisan 1877 günü Rusya, Osmanlı Devletine resmen harb ilan etti.
Mali 1293 senesine rastladığı için “93 Harbi” denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine kadar dokuz ay sürdü. Plevne’de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşanın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne’ye girdiler ve Yeşilköy’e kadar geldiler. Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum’a yaklaşmıştı (Bkz. Doksanüç Harbi).
Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehid olurken, bir o kadarı da İstanbul’a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Bu sırada memleketin tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte idiler. Bu vaziyet karşısında Sultan Abdülhamid Han, İngiltere’yi devreye sokarak savaşın sona erdirilmesini sağladı. Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine sebeb olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Meb’usan’ı süresiz kapattı (13 Şubat 1878).
Bu arada Rusya ateşkesin sağlanmasından hemen sonra Osmanlı Devleti ile antlaşma imzalayarak galip gelmenin avantajını iyi kullanmak istiyordu. Nitekim 3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefenos Muahedesi, Osmanlılar için çok ağır ve feci şartlar getiriyordu. 29 Maddelik antlaşmaya göre, batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya’ya verilip, Karadağ ve Sırbistan’ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Rusya’ya 245 milyon Osmanlı altını harb tazminatı verecekti.
Sultan Abdülhamid Han devleti için çok tehlikeli olan bu antlaşmayı kabul etmedi. Diğer taraftan Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere de, Paris Antlaşmasını ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefenos Antlaşmasının milletlerarası bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrıca İngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile bazı tavizler kopardı. Kıbrıs’ın idaresinin geçici olarak İngiltere’ye bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran 1878’de imzalandı.
Sultan Abdülhamid Han hükumetin bir oldu bitti ile imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok direndi.
İngilizler askeri tehditte bulundular.
Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs’ta hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı.
Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Muahedesinde Osmanlılara vaad ettiği desteği vermedi.
Her ne kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise de Osmanlılar ümid ettikleri sonuca ulaşamadılar. Çünkü Kıbrıs’ın İngiltere’ye bırakılmış olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı. İngiltere’nin teşvikiyle Bosna-Hersek’in idaresi Avusturya’ya bırakıldı.
1881’de Fransa Tunus’a, ertesi yıl İngiltere Mısır’a bir oldu bitti ile el koydular. Bulgarlar da 1885’te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler. Sultan Abdülhamid Hanın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci olaylarda padişahın sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Çünkü bu sırada Osmanlı dış siyasetine yön veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden çıkamıyorlardı. Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmuşlardı. Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin dış itibarı sarsılmış, İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret derecesine varan muameleye maruz kalmışlardı.
Bu sebeple milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi. Ayrıca son yüz yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış devletlerin piyonu olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından kaynaklandığını anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile alanları gören Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teşkilatı;
“Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve takib etmek için”
kurduğunu belirtmektedir.
Gerçekten de Sultan Abdülhamid’in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden görüldü. İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile kurtulabileceğine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden azledilmesini hazmedemeyerek Çırağan Sarayına bir baskın düzenledi.
Ali Süavi’nin hedefi, Sultan Abdülhamid Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci Murad’ı tekrar padişah yapmaktı.
Fakat Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa sürede isyanı bastırdı. Çıkan vuruşma sırasında Ali Suavi öldürüldü (20 Mayıs 1878).
Sultan Abdülhamid Han, amcası Sultan Abdülaziz’i şehid ettiren Midhat Paşa ve arkadaşlarının yargılanması için 27 Haziran 1881’de Yıldız Mahkemesini kurdurdu. Bu sırada suçluluğun verdiği bir duygu ile mahkemeye çıkmaktan korkan Midhat Paşa, İzmir’de Fransız Konsolosluğuna sığındı.
Fransızlar, Midhat Paşayı teslim etmek istemedilerse de Padişah’ın sert direktifi karşısında duramayıp teslime mecbur kaldılar.
Nitekim mahkeme sonucunda da suçlu görülen Midhat Paşa ve arkadaşları idama mahkum edildiler ise de, Padişah verilen cezaları müebbed hapse çevirdi.
Öte yandan devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna inanan Abdülhamid Han, bilhassa savaşlardan kaçınma yoluna gitti. O, savaşlardan zaferle sona erenlerin dahi milleti yorup bitirdiği görüşündeydi. Saltanatı müddetince daima idareli davrandı. Devletin pekçok ihtiyaçlarını hazineden para almak yerine kendi kesesinden karşıladı.
Padişah öncelikle devleti ekonomik alanda düştüğü borç bataklığından kurtarmak istiyordu. Alacaklı devletlerin başında İngiltere ve Fransa geliyordu. Rusya da, Berlin Muahedesine göre tazminat alacaklısı durumundaydı.
Padişah, 20 Aralık 1881’de yayınlanan Muharrem Kararnamesiyle borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. Bu kararnameye göre devletin tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık ve sigara tekelleri ile bazı imtiyazlı eyaletlerin maktu vergileri bu iş için kurulan Duyun-i Umumiye teşkilatına bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar verdikleri borçları muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun karşılığında 278 milyon borcun 161 milyonu, yani yarısından fazlası Türkiye lehine siliniyordu. Alacaklılar alacaklarını belirli şekilde tahsil edebilecekleri için memnundular. Meselenin bu şekilde halli ve Osmanlı Devletinin üzerinden ekonomik baskının kalkması Sultan Abdülhamid’in büyük başarılarından biri oldu.
Osmanlı Devletine hasta adam gözü ile bakıldığı ve paylaşma hesapları yapıldığı bir devrede başa geçen Sultan Abdülhamid Hanın, devletin idaresini bizzat eline aldığı 1878’den sonraki dış siyaseti dahiyane bir mahiyet arz etmektedir. Padişah’ın dış siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulaması bakımından zordu. O, dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir çeşit bilgi merkezi kurdu. Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden Padişah’a gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi.
Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü meselelerde yerli ve yabancı ilim adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı.
Padişah’ın dış politikada hedefi Osmanlı Devletini savaştan uzak, barış içinde yaşatmak ve her bakımdan güçlü bir hale getirmekti.
Devletler arası rekabetin Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu.
Padişah bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatışan çıkar ve ihtiraslarından faydalanmaya çalıştı. Bu sebeple milletler arası şartlar değiştikçe onun siyaseti de değişiyordu.
Sultan Abdülhamid Hanın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta Afrika’daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve ona tabi oluyorlardı.
Padişah’ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci Wilhelm ile şahsi dostluğu vardı. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş olup, İtalya ile münasebetler iyiydi. Sırbistan ve Romanya etkisizdi. Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah’a bağlıydılar.
Yanya ve Girid vilayetlerine göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan Yunanistan’a ise, 18 Nisan 1897’de harp ilan edildi. Büyük devletler işe karışmadan Yunanistan’ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan Edhem Paşaya yıldırım savaşı istediğini bildirdi.
Avrupalıların altı ayda geçilemez dedikleri Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar.
Artık Atina’ya 150 km kalmış ve yol açılmıştı. Ancak Yunanistan’ın Osmanlılar eline geçeceğini anlayan Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid’den harbin durdurulmasını rica ettiler.
Babıali 10 milyon altın savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan Teselya’nın teslimi karşılığında mütarekeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak mütareke sırasında işe karışan Avrupa devletleri tazminatın 4 milyon altına indirilmesini ve Türkiye’nin küçük bazı toprak parçaları ile yetinmesini sağladılar. Böylece Osmanlı Devleti, bütün hıristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu bir harbin bile faydasını göremedi. Fakat Yunanlılar önemli ölçüde ezilmiş oldu.
Sultan Abdülhamid Hanın fevkalade akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini kendisine bağladığını gören İngilizler, Osmanlı Devletinin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bir taraftan Padişah aleyhine faaliyette bulunan İttihad ve Terakki Cemiyetini desteklerken, diğer taraftan Arabistan Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu’da Ermenileri Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar.
Bu arada Osmanlı Devletinden Berlin antlaşmasının, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını isteyen 61. maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler.
Bu uygulamanın ermeni muhtariyetini doğuracağını bilen Sultan Abdülhamid Han, İngilizleri yıllarca oyalıyarak böyle bir teşebbüse fırsat vermedi. Ayrıca ermenilerin, Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştikleri isyanları anında bastırdı. Hatta bu iş için polis ve jandarmadan ziyade sivil halkı kullandı (1895-1896). Bunun üzerine Ermeniler bir arabaya yerleştirdikleri saatli bomba ile Padişah’ı Cuma namazından çıkışta öldürmek istediler.
Fakat Abdülhamid Han, bu suikastten kurtuldu.
Bütün bu faaliyetler onu, tatbik ettiği politikadan zerre kadar döndürmedi. Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı.
Ne yazık ki bu satırlar Osmanlı ülkesindeki İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından da aynen alınarak Padişah'a karşı kullanıldı.
Günümüzde dahi bazı gafiller bu iftiraları eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadır.
Sultan Abdülhamid Hanın kabul etmediği ve sonuna kadar direttiği önemli konulardan birisi de Filistin meselesiydi. Siyonistler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan Abdülhamid’e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler.
Padişah bu teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin’e gelip yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı.
Bu arada İngilizlerin Arabistan’da Cemaleddin Efgäni ve meşhur casus Lawrens yolu ile hilafet meselesini kurcalamaya başlamaları üzerine, Sultan Abdülhamid de bölgeye büyük bir derviş kafilesi gönderdi. Aynı şekilde bir kafileyi de Hindistan’a gönderen Padişah, böylece İngilizlerin propagandalarını etkisiz kılmaya çalıştı.
Padişah’ın bu faaliyetleri üzerine İngilizler onu saltanattan uzaklaştırmadıkça emellerine kavuşamıyacaklarını anladılar.
Bunun için İttihad ve Terakki Cemiyetinin faaliyetlerine hız verdirdiler.
Başta Adana olmak üzere memleketin çeşitli yerlerinde isyanlar çıkardılar. Neticede İttihad ve Terakki Partisine mensup bazı Türk subayları, Padişah’ı, Kanun-i Esasi’yi ilan etmeye zorladılar.
İkinci Abdülhamid Han da 23 Temmuz 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilan etti.
İkinci Meşrutiyet adı verilen bu olay, beklenenin aksine Osmanlı Devletinin dağılmasını daha da hızlandırdı.
Avusturya-Macaristan imparatorluğu 1908’de Bosna-Hersek’i işgal ettiğini bildirdi. Aynı gün Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Bir gün sonra da Girit Yunanistan’a katıldığını açıkladı. Bu olaylar cereyan ederken 17 Aralık 1908’de yeni seçilen Meclis-i Meb’usan toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi mebus seçilerek meclise girmişti. Mecliste Osmanlı düşmanları daha etkiliydi.
Meşrutiyete göre Sultan, sadece sadrazam ile şeyhülislamı seçebiliyordu. Sadrazam da nazırları seçiyor, kabine güven oyu alırsa çalışıyor, meclis istediği zaman hükümeti düşürebiliyordu.
Neticede devletin idaresi ehliyetsiz, tecrübesiz ellere geçti.
Böylece çeşitli din, dil ve ırka mensup meb’usların hepsi Osmanlı Devletinden ayrılarak istiklallerini ilan etmek için her türlü gayr-i meşru vasıtalara başvuruyorlardı.
Binlerce Müslümanın kanına giren Yunan, Sırp, Bulgar ve Ermeni çeteleri için umumi af ilan edildi. Osmanlı Devletinden kaçan ne kadar isyancı varsa, hepsine yeniden kapılar açıldı ve bunlar İstanbul’a geldiler. İngilizler, Ruslar ve diğer hıristiyan devletler, azınlıklara el altından bol miktarda silah gönderdiler. İttihad ve Terakki Cemiyeti liderleri, yaptıkları acemi siyasetleri ile ortalığı birbirine karıştırmışlardı. Yapacakları icraatlarda kendilerine destek olması için, Selanik’ten avcı taburlarını getirerek taş kışlaya yerleştirdiler. Kendilerine karşı olanları çekinmeden öldürüyorlar, memlekette terör havası estiriyorlardı. Kısa zamanda halkın huzuru kaçtı. İttihatçılar lanetle anılmaya başlandı. Yine bunların baskısıyla hükumet alaylı subayları ordudan çıkarttı.
Bu sırada bazı gazeteler, İttihatçılara karşı halkın dini duygularını galeyana getiren neşriyat yaparak, halkı ve orduyu isyana teşvik ediyordu.
Rumi 31 Mart günü dördüncü avcı taburuna bağlı askerler gece yarısı isyan ederek subaylarını hapsettiler. Padişah Abdülhamid Han, isyanı Hüseyin Hilmi Paşanın gönderdiği bir telgraf sonucu öğrendi. İsyancılar sadrazamın azledilmesini, görevden alınan alaylı subayların tekrar orduya alınmasını istiyorlardı. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşayı sadrazamlıktan azl ederek yerine Tevfik Paşayı getirdi ve Müşir Edhem Paşayı da harbiye nazırı yaptı. Mabeyn başkatibi ile isyancılara isyandan vazgeçtikleri takdirde affedildiklerine dair bir hatt-ı hümayun gönderdi. Bunun üzerine isyan bir mikdar yatıştı. Ancak, ertesi gün yine alevlendi. İsyanın Rumeli’deki yankısı büyük oldu. Hadisenin kim tarafından hazırlandığı belli olmadığı için, Sultan boy hedefi oldu.
Üçüncü ordu ile gönüllü Bulgar müfrezesi ve Sırp, Yunan, yahudi, Arnavut çetecilerden müteşekkil bir ordu kurularak İstanbul’a sevk edildi. Mevcudu on beş bine varan Hareket Ordusu, 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki askeri karakolları teslim aldı ve Harbiye Nezaretini işgal etti. Taksim kışlası ile Taşkışla’daki mukavemet, şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Bu arada Yıldız Sarayının işgali sırasında Sultan Abdülhamid Han kendisine sadık olan Birinci ordu ile, Hareket ordusuna karşı konulması hususunda yapılan teklifleri kabul etmeyerek;
“Müslümanların halifesi olduğunu ve Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını” söyledi. Eğer ülkenin en mükemmel ordusu olan Birinci Orduya, karşı koyma emri verilseydi, derme çatma olan Hareket ordusu bir anda dağıtılabilirdi. Padişah’ın emrine boyun eğen askerler silahların teslim edince, 25 Nisan günü Hareket Ordusu İstanbul’a hakim oldu. Mahmud Şevket Paşa, sıkıyönetim ilan ederek suçlu suçsuz bir çok insanı idam ettirdi. Yüzlerce Balkan çetesiyle saraya girerek kıymetli eşyaları yağmaladı.
İttihad ve Terakki hakimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da terör havası estirmeye başladı.
27 Nisan 1909 günü Ayan ve Mebuslar meclisi toplandı. Ayan’dan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, kürsüye gelerek, önceden kararlaştırıldığı gibi Padişah’ın hal’ edilmesini teklif etmişti. Bu teklif kabul edildikten sonra, yine Gazi Ahmet Muhtar Paşa, hal’ kararının bir fetvaya istinad ettirilmesi lüzumuna işaret etmişti.
Hal’ fetvasının ilk müsveddesini mebuslardan Elmalılı Hamdi Yazır hoca yazmıştı. Fetvada Sultan Abdülhamid Hana 31 Mart İsyanına sebeb olmak, din kitaplarını tahrif etmek ve yakmak, devletin hazinesini israf etmek, insanları suçsuz oldukları halde idam ettirmek… gibi asılsız suçlar yükleniyordu. Fetva emini Hacı Nuri Efendi bu suçlamaların iftira olduğunu ileri sürerek fetvayı imzalamadı.
Ancak Meclis, bu fetva gereği Sultan’ı hal’ kararı aldı.
Nihayet, hal’ kararını Padişah’a tebliğ için, Ayan ve Mebusanı temsilen bir heyet seçilmiş ve Yıldız Sarayına gönderilmişti. Sultan Abdülhamid Hana hal’ini tebliğ için Yıldız’a gönderilen heyetin teşekkül tarzı ise, Türk tarihinin en yüz kızartıcı hadiselerinden birisi oldu. Bütün Osmanlı tebeasını temsil etmesi gerektiği iddiası ile teşekkül olunan hey’ette tek bir Türk yoktu.
Bunlar; Yahudi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptani, Ermeni Aram Efendi ve Padişah’ın uzun seneler yaverliğini yapmış olan katışık soydan Arif Hikmet Paşa idiler.
Padişah, hal’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu, mabeyn başkatibi Cevad Beye sorup öğrenince;
“Bir Türk padişahına, İslam halifesine hal’ kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!”
demekten kendini alamadı.
İttihatçılar, o gece (27 Nisan 1909) Sultan Abdülhamid Hanı İstanbul’dan çıkararak, kontrol altında tutabilecekleri Selanik’e naklettiler. Bu sırada hiçbir şeyini almasına izin verilmedi. Padişah’a yolculuğunda üç kızı ile oğullarının ikisi refakat etti.
Selanik’te Alatini Köşkü kendisine tahsis edildi.
Burada çok sıkı bir nezaret içinde acıklı yıllar geçirdi.
Gazete okumasına dahi izin verilmedi.
Sultan Abdülhamid Han, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devletine harb ilan etmesi üzerine, Büyük kabine denilen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi, Sultan Abdülhamid Han’ın Selanik’te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti.
1 Kasım 1912 günü Loreley vapuru ile İstanbul’a getirilen Hakan-ı sabık (eski padişah), ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayına yerleştirildi. Sultan Abdülhamid Han, Beylerbeyi Sarayında beş buçuk yıl yaşadı. Bu müddet zarfında, otuz üç yıl dahiyane bir denge siyaseti ile harp riskine sokmadan ayakta tutmaya çalıştığı devletin bir oldu bittiye getirilerek harb-ı umumi felaketine sürüklendiğine şahid oldu.
İngilizler ile Fransızların Çanakkale Boğazını zorladıkları günlerdi.
Boğaz istihkamlarının dayanamayacağı ve düşman donanmasının Marmara Denizine geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükumetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Durum Abdülhamid Hana bildirilince;
“Ben Fatih’in torunuyum. Hiçbir vakit Bizans İmparatoru Kostantin’den aşağı kalamam. Dedem İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderse gitsinler. Fakat o ve hükumet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben Beylerbeyi Sarayından ayağımı dışarıya atmam!” diye cevab verdi.
Onun bu kararlılığı karşısında hükumet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılmasını önlemiş oldu.
Abdülhamid Han, Harb-ı Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşındaydı. Şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından dolayı yatağa düşmüştü.
10 Şubat 1918 günü akşamı vefat etti ve Çemberlitaş’taki Sultan Mahmud türbesine defnedildi.
Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren paşalar ise sonunda, memleketi düşman çizmeleri altında bırakarak kaçtılar.
İlk olarak Enver Paşa, Talat Paşa, Doktor Behaeddin Şakir, Doktor Nazım, 30 Ekim 1918’de Mondros Antlaşmasını imza ettikten sonra, gece yarısı ülkeyi terkettiler.
Talat Paşa, 1921’de kırk dokuz yaşında Berlin’de, Enver Paşa 1922’de kırk yaşında Türkistan’da, Cemal Paşa da 1922’de elli yaşında Tiflis’te öldürüldüler.
Sultan Abdülhamid zamanında: Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar, çeşmeler, yapıldı.
Viyana’dan başka bir yerde eşi bulunmayan modern bir tıp fakültesi açıldı.
1876’da Mekteb-i Mülkiyeyi yaptırdığı gibi 1879’da da bir müze yaptırdı.
1880’de Hukuk Mektebi ve Divan-ı Muhasebatı (Sayıştay) kurdu.
Beyoğlu Kadın Hastanesini yaptırdı.
1881’de Güzel Sanatlar Akademisi,
1883’te Yüksek Ticaret Mektebi,
1884’te Yüksek Mühendis Mektebi ve Yatılı Kız Lisesi açıldı.
1886’da Terkos Suyunu İstanbul’a getirtti ve Mülkiye Lisesini açtı.
1887’de Alman İmparatoru İstanbul’a geldiğinde, Sultan Ahmed Meydanında Alman Çeşmesi yapıldı.
1889’da Bursa’da İpekçilik Mektebini yaptırdı.
1891’de Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi ile Kağıthane’de bir poligon kurdurdu.
1890’da Bursa demiryolunu ve Aşiret Mektebini yaptırdı.
1891’de Üsküdar Lisesi ve Rüşdiyye Mektebleri ve yeni postane binası ve Osmanlı Bankası ile reji binalarını ve Yafa-Kudüs demiryolu ile Ankara demiryolu yapıldı.
Yine 1892’de Hamidiye Kağıt Fabrikası, Kadıköy Havagazı Fabrikası ve Beyrut Limanı Rıhtımını yaptırdı.
1893’te Osmanlı sigorta şirketi, Küçüksu Barajı ve Manastır-Selanik demiryolu yapıldı.
1894’te Şam-Horan demiryolu ve Eskişehir-Kütahya demiryolu yapıldı.
Yine 1894’te Hamidiye Yüksek Ticaret Mektebi ve Galata-Tophane Rıhtımı, Dolmabahçe Saat Kulesi inşa edildi.
1895’te Beyrut-Şam demiryolu, Darülaceze binası, mum fabrikası, Afyon-Konya demiryolu, Sakız Limanı Rıhtımı, şimdiki İstanbul Lisesi binası, İstanbul-Selanik demiryolu yapıldı. Ereğli kömür ocakları çalıştırıldı.
1896’da Tuna Nehrinde Demirkapı Kanalını, Kapalıçarşı tamirini yaptırdı. Akıl Hastanesini,
1900’de Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı yaptırdı.
1902’de Hamidiye Hicaz demiryolu Zerka’ya kadar işledi. Kağıthane’deki Hamidiye suyu İstanbul’a getirildi. Yeni balıkhane, Haydarpaşa Rıhtımı, Maden Arama Mektebi, Şam’da Tıbbiye-i Mülkiye yapıldı.
Haydarpaşa’da 1903’te Askeri Tıbbiye Mekteb-i Şahanesi,
1904’te Dilsiz ve Sağırlar Mektebi açıldı.
1904’te Bingazi’ye telgraf hattı yapıldı.
1905’te İstanbul-Köstence kablosu döşendi. Haydarpaşa İstasyon Binası yapıldı. Beşiktaş Tepesindeki Yıldız Sarayı ve önündeki camiyi yaptırdı.
Velhasıl Avrupa’da yapılan yeniliklerin hepsini en modern şekilde yurdumuzda yaptırdı.
Ne yazık ki, 1909’da tahttan indirilince, bütün bu ilerlemeler durdu ve memleket kana boyandı. Abdülhamid Han, İstanbul-Eskişehir-Ankara ve Eskişehir-Adana-Bağdad ve Adana- Şam-Medine demiryollarını yaptırdığı zaman, başka memleketlerde bu kadar demiryolu yoktu.
Din bilgileri, fen ve edebiyat ile ilgili pekçok kitap bastırdı.
Köylere kadar kurslar açtırdı.
Parasız kitaplar gönderdi.
Harp gücünü kaybetmiş olan eski gemileri Haliç’e çekip Avrupa’da yapılan üstün evsaflı kruvazörler, zırhlılar ile donanmayı kuvvetlendirdi.
Askeri, subayı öyle şerefli olmuştu ki, bir kahvenin önünden bir binbaşı geçerken, kahvede oturanlar ayağa kalkarak saygı gösterirlerdi.
Öyle bereket vardı ki, bir binbaşının evinde pişen yemekten, bir mahalle fakirlerinin karnı doyardı.
Bütün millet, sivil, asker, herkes birbirini severdi.
Aması şu: Keşke “kör” kelimesi yerine “görme engelli” ibaresini kullansaydın sevili abiciğim. Kör kelimesi her zaman bana biraz sert gelmiştir. Keza “kör müsün be?” tarzı hakaretlerden anlaşıldığı üzere… [NOT: Her KÖR görme engelli olmayabiliyor ki çoğunun gözü açık! Göremeyen çoğu insan da KÖR olmuyor; soruyor, anlıyor, hissediyor… Buradaki üsluba bakıp gönlü kırılmaz sanırım, gözleri göremeyen kardeşlerimizin. Çünkü onlar anlar KÖRLERİ kast ettiğimizi… M.]
Asıl konuya gelince mesela şahsen bu konuyu değerli Yılmaz Öztuna’nın Babıali Kültür Yayıncılığı’ndan yayınlanmış olan “Bir Darbenin Anatomisi” kitabından detaylı bir biçimde ve nefis bir Türkçe ile öğrenmiştim. Merak eden sevgili kardeşlerimize de muhakkak tavsiye ederim. Ayrıca sana da asla “Yuh” denmez, sen özel birisin. Bu ülkede bir çok çocuk -ki şu anda halen çocuk olan bir çok büyük- senin katkılarınla neler kazandı bir bilsen…
Evet şarkıcı Hadise çok meşhur ama en büyük kaybı seni tanımamak! Tanısaydı ya meşhur olmak istemezdi ya da meşhur olmak için tanımamazlıktan gelirdi.
Not: Aşağıdaki Türkçe hatırlatmaları çok güzel. Ben de buraadan kopyalayarak kendi mail imzama ekledim…
KIVANÇ
Elbette uzmanlara veriyor elini başarı..
Ve hepimiz süper, evet, işte! Bu her işten anlar! deriz ama abi merak etme ki, ona gitmeyiz. İster istemez ‘uzman’ ararız. Eğer biraz akıl zerresi varsa ehil olana bakarız ya da sorarız…
Tatlı geceler.. İnce yazın için teşekkürler binlerle…
HALİD
Muammer abi, bu ve buna benzer önemli hatırlatmalarınız için size teşekkür etmekten başka ne yapabilirim bilmiyorum. Belki de siteye bir kişinin daha fazla tıklamasını ve sevgi ailesine katılmasını sağlayabilirim.
Taşımış olduğunuz misyonun hakkını verme yolunda Allahü Teala size sağlık ve afiyet versin inşallah.
100 yıl önceye gelince çok büyütmemek lazım canım o kadar da(!). Sadece 30 küsur yıl [belki de tarihinin] en zor zamanında Osmanlı devletini idare etmiş… Dünyadaki tüm şer ve siyasi güçlere karşı verdiği mücadele, düşmanları tarafından [bile] takdire şayan bulunmuş… Siyasi başarıları bazı ülkelerde yıllarca ders olarak okutulmuş… Siyasi misyonu yanında takvasına binaen hayatında yere abdestsiz basmamış ve milletinin tek bir evrakını dahi abdestsiz imzalamamış…
İşte böyle BİR SULTAN’ımızın tahttan indirilişinin asr-ı devriyesi…
ALLAHÜ TEALA CENNET MEKAN ABDÜLHAMİD HAN’IN ŞEFAATİNE HEPİMİZİ NAİL EYLESİN [Amiiiin]…
Hürmet ile.
AYHAN ÖZBEK
Sana helal olsun…
Bunu okuduğum halde gereğini yapmazsam bana yuh olsun!!..
YEŞİM
Biz Türk milletinin, kendi tarihimiz hakkındaki bilgisizliğimiz malum; bilgisi olanları severiz ve gıpta ederiz fakat bu konuda nedense öğrenme merakımız pek azdır, diye düşünüyorum…
Bu bilgileri bize sunan sayın Yılmaz ÖZTUNA’ya çok teşekkür ediyorum.
Bizim için hazırlamış ve paket halinde önümüze sunmuş, güzel bizler zaten hazırcıyız millet olarak, tabi bu benim fikrim çalışan, araştıran, ilgilenen yok mu? Evet var, çünkü onların sayesinde öğreniyoruz birçok şeyi…
Bilgiler çok güzel, tekrar teşekkür ediyorum ve sayın Yılmaz ÖZTUNA’nın yazısının altındaki yazı için de sizi tebrik ediyorum. Bir anlamda duygularıma tercuman olmuşsunuz.
Biz de yapalım istiyoruz güzel şeyler, fakat bunun için gereken çabayı sarfetmek zor geliyor bize nefsimize, umarım zamanını boşa geçirenler bu tavsiyenize uyarlar. Biri de benim tabii ki.
Sevgilerimle…
[Bunun cevabı, Kıbrıs Televizonunda okunan ve sitemizde görüntüsü kayıtlı olan “Koşmak İstemiyorum” klibi vardı ya, onun içinde var… SİTE]
FATMA
Hayır, yuh olmasın sana can abimiz… Sen asla haketmiyorsun bunu…
Evet, şahidiz bunları yazdığına…
Bunca yıldır anlattıklarını anlayamayıp, bunları sana yazdırdığımız için asıl bize yuh olsun!
Ve eğer öğrenmezsek,
(hâlâ anlamamakta direnirsek)
işte o zaman yine bize milyon kere yuh olsun!
KARANFİL
Sana mı yuh Muammer Abi? Sen yuh denilebilecek en son kişilerdensin. Ben bu 100 yıl önceki olaydan bihaberdim de hatırlattın iyi ki varsın. Kendimden utandım. Son günlerde sadece şarlatanların sözleriyle hareket ediyorum. 🙁 2012 de dünyanın sonu mu gelecek? 5. Boyut ne? İstanbul Depremi ne zaman? Eylül 2012 de elektrik hatları güneş fırtınasıyla eriyecek de karanlığa mı gömüleceğiz? İşte zavallı beynimi işgal eden saçmalıklar bunlar oldu bir aydan beri.
Silkinip kendime gelmemi sağladın.
NUR
Son olarak yorumu eklenen Adem Bey’in ne demek istediğini pek anlayamadık…
O, son yazdığı, “Neyse…”yi biraz açabilir mi? Ona göre hasbihâl edelim…
KARANFİL
Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
AYŞE
Buraya (sana yuh olmasın) gibi şeyler yazmasınlarmış keşke…
Sanki onu dedirtmek istenmiş gibi olmuş biraz!
Sen kendine sormuşsun gibi algılamış, öyle düşünmüştüm ve “aynını kendinize uygulayın” demiştin sanki bence…
M.A.ÇELİK
Gittim İLİM meclisine, eyledim talep.
Dediler ki: İLİM sonra gelir. İlla edep, illa edep. Önce edep, önce edep.
Olmayınca insanda haya ile edep, okusa ALİM olsa,
yine merkep, yine merkep…
Edep yahu edep.
Muammer bey size helal olsun, bu edepsizlere de… Neyse!
ADEM AYDEMİR
Bizlere anlatılmayanları anlatacak, yanlış anlatılanların doğrusunu gösterecek kişilere ihtiyacımız var. Bize yıllarca kendi ecdadımız kötülenirken, her millet kendi soyunu yüceltiyor.
Kardeşimin Almanya ile bir kardeş okul kapsamında yurtdışı gezisi oldu iki yıl önce.
Meşhur Alman binalarını kiliselerini vs. gezdiriyorlar konuk Türk çocuklara.
Meşhur bir parklarına gireceklermiş, parkın bir şaaşalı turistik kapısı var, bir de arka tarafında izbe çöp vs.nin atıldığı kapısı.
Alman çocuklardan biri; gezi gurubu ön kapıya yönlendiğinde itiraz ediyor, “atalarımızla savaşan bu barbar Türkler de mi bu kapıdan girecekler” diye.
Ya her yıl Çanakale koylarına gelip atalarının mezarını ziyaret eden Avusturyalılar?
Geçmişimizi doğru öğrenmeli nesillerimizin yetişmesine çalışmalıyız.
Bu bilinci sağlayan yazılarınız için çok teşekkürler
DR. ANESTEZİ
“Her kim Al-i Osman’dan dua alırsa, şüphesiz tuttuğu iş kolay gelir… Zira Onlar bir ulu ocaktır.
Kim onlara yan bakarsa başı aşağı olur.”
Barbaros Hayreddin Paşa.
Osmanlı… Hangi milletin geçmişinde var böyle tertemiz bir tarih.
Ne kadar uzaklaştırmak isteseler de bu şanlı tarihten, başaramazlar; çünkü bu gençliğin kanında O şanlı Tarihin DNA’sı var :-))
GELİNCİK
Aferinler de hepimize, yuh olsunlar da hepimize Muammer arkadaşım. Şikayet ettiğimiz her şeyi elbirliği ile oluşturduğumuza inanıyorum.
Tarih sevgisizliğimiz de böyle. Bana göre tarih çok eskiden değil yakından başlar.
Kaç kişi dedesinin babasını tanıyor.
Sokakta sıradan yakaladığın insanlardan kaçı koca dedesinin adını biliyor.
Kendi ailesinin hiç olmazsa 2 – 3 kuşak tarihini bilmeyen, yaşadığı yörenin, beldenin yakın tarihine ilgi duymayan bizlerin uzak tarihleri bimemiz sözkonusu değil.
İlber Ortaylı’nın bir sözünü hatırlıyorum. Matematiği, fiziği, kimyayı herkes bilmek zorunda değil, ama tarihi, yakın tarihten başlayarak herkes bilmek zorunda. Hoşçakal, dostçakal…
ZEKİ GÜLER
Türkiye Takvimi’nin 2 Kasım 2010 Salı tarihli yaprağının arka yüzünde yazar Refik Halit Karay’a ait bir yazı vardı, okuyanlar okumuştur… Bu sayfada o yazıyı da paylaşmak istedim…
…
Yazar Refik Halit Karay’ın; 1918’de ülkeyi terk eden İttihat ve Terakki’nin ileri gelenlerinden, Enver, Talat ve Cemal Paşa için yazdığı yazı:
Efendiler nereye?
Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir acı kahvemizi içmeden; efendiler nereye?
Yaz başlarında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı, şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahta kuruları nereye?
… Galiba çoban göründü, köpekler havlıyor: Tok kurtlar nereye?
… Evde kedi geziyor: Koca fareler nereye?
… Galiba foyanız meydana çıktı. Yakanız ele geçecek; ziyankâr evlâtlar nereye?
Vurdular, kırdılar, yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler, kızdılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar. Memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar. Eli sopalı, beli palalı, gözü kapalı paşalar damdan dama nereye?
… As deyince; sıra sıra darağaçları kurulur, yak deyince alev alev meşaleler tutuşur, bas deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü. Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız. Ali’ye çattınız, Veli’yi bastınız, Ahmet’i kazıdınız, Mehmet’i kavurdunuz, beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden ziyafet çektiniz.
Muhalif mi? Al aşağı… Muharrir mi? Vur başına… A padişah olma heveslileri… Şam’da, Halep’te az daha adınıza hutbe okutup, isminize para bastıracaktınız!
Mahalle kahvesinden bir adımda sadarete, meyhane iskemlesinden bir basışta nezarete (bakanlık), tulumbacı koğuşundan bir hamlede valiliğe eren bu türediler; nereye gidiyorlar?..
Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular. Kasalarına altın doldurdular, bizim ceplerimize kağıt tıktılar.
Halk sokaklarda pösteki kemirirken, onlar konaklarda ebabil beyni yediler, kuş sütü içtiler. Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, tırnaklarımızı söktüler.
Lâyığımız olan paşalar! Topumuzun kellesini kesmeden nereye?
Refik Halit Karay
http://www.turktakvim.com/5/Arka_Yaprak/2/Kasim/2010/11/