Seyir Defteri – 29 Ocak 2013 (Yazdan kalma, Bir Rumeli Gezisi)

Metin: Süleyman Eldeniz

Ben bir Rumeli çocuğuyum..
Laf olsun diye söylemiyorum. Gerek dedelerimin Selanik’ten göç etmeleri, gerek babamın tayini, gerekse iki farklı ilçede yatılı okuduğum için Trakya’nın tüm il ve ilçelerine (biri hariç; Edirne – Süloğlu ”çok sapa bir yer”) gitmişliğim var. Ama Kırklareli – Vize benim İlkokul çağımın geçtiği ve güzel hatıralarımın biriktiği bir yer olarak bendeki hususiyeti ayrıdır.

BİR RUMELİ GEZİSİ

Hava güzel, eh biraz da gezmeyi sevince ve de yanında Muammer Erkul, Ali Kaya gibi muhabbeti güzel, arkadaşlığı güzel abiler olunca ver elini dedik Vize – Kırklareli – Demirköy…
Gezmeye çıkan insan kahvaltıyı evde yapar mı?
Yapmaz…
Temmuz ayının on beşi olan (2012) Pazar sabahı, yolda durduk.
S
erdik ağaçlık bir yere kendimizi ve Ali Kaya’dan kaçırabildiğimiz kadar kahvaltılıklarımızla midemizi şenlendirdik.


O sabahki  kahvaltının tadı hala damağımızda…


Muhabbetin demini tutturduk ama çayın demini de özledik.
Plan programı ben yaptığım için çay içilecek yeri de haliyle ben biliyorum. Yolumuzun üzerinde Vize’ye bağlı Çakıllı beldesi var.

Veriyoruz sırtımızı 814 yıllık bir Çınar’a hem fotoğraf çekiliyoruz hem de çaylarımızı yudumluyoruz. Çay bahçesinin diğer köşesinde 250 yıllık olduğu söylenen bir Ceviz ağacı var. 814 yıllık Çınar’ı bulunca pek yüz vermiyoruz Ceviz’e…

Çayları içtik, fotoğraf çektirdik, yola koyulma zamanı…


Biz uğradığımızda bu çınar 814 yaşındaydı. İnanılmaz, devasa bir şey, maşallah yani…
 


 
VİZE KALESİ’NİN FETHİ

”Tam üç ay olmuştu. Dik bir kalenin etrafında dolaşmaktan bıkmıştı Gazi Süleyman Paşa… Çadırının içinde, dört bir tarafı sarılmış kalenin yakında kendi kendine teslim olacağını düşünüyordu ki duyduğu ayak seslerinin ona doğru geldiğini hissetti. Çadırın içine desturla iki nöbetçi girdi:

 – Paşam, dediler… Biz kalenin en yakınında nöbetteydik. Bir köpeğin, çalılıklar arasından bir deliğe girdiğini ve ağzında ekmek parçasıyla çıktığını gördük.
Hemen tahkikat yapıldı. Evet, tünel kalenin içine çıkıyordu. Bütün askerler, o günü saldırı yapmadan çadırlarını topluyormuş gibi yaparak geçirdiler. Gecenin ilerleyen saatlerinde zafer sarhoşluğu yaşayan kaleye giren birkaç cengaver, kalenin kapılarını açıverdi.”


İşte bir anne köpeğin şu yamaçtaki surların arasından yol göstermesi sonucu alınan Vize kalesi…

 
İşte böyledir Vize kalesinin alınma hikayesi…

KÜÇÜK AYASOFYA

Dört bir tarafı da dik bir yokuş olan kalenin içinde Jüstinyen tarafından 6. yy’da yapılmış, Küçük Ayasofya da denilen, bir kilise bulunmaktadır. Adet olduğu üzere Gazi Süleyman Paşa burayı camiye çevirir ve ismini de (Gazi Süleyman Paşa Camii) verir.



Babamın emekli oluncaya kadar, imamı olduğu halde bir vakit namaz kılamadığı Gazi Süleyman Paşa Camii.


İşte caminin eski, harabe halinin görüntüsü de kapıda…

 

Benim babam da 12 Eylül sonrası birçok kişi gibi (mesela M. Fatih Can abinin babası) hizmetlerinden dolayı ‘sürgün’ olarak Gazi Süleyman Paşa camiine tayini çıkanlardandır. 11 sene kaldığımız Vize’de o zamanki Vakıfların büyük gayretleriyle (!) daha da harabe hale getirilen Gazi Süleyman Paşa camiinde bir rekat bile namaz kılamadan emekli olmuştur.
Son dönemdeki Vakıfların el atmasıyla restore edilip, 2007 yılında hizmete açılmıştır. Emekli olduktan 15 sene sonra bu camide namaz kılmak nasip olmuştur babama…

….


Caminin kıble yönü…


Ali Kaya fotoğraf çekerek geliyor. Arkada görünen caminin kapısı önündeki meydan.
 


Yukarıda, mahalle tarafından fotoğraf çekiyoruz..



 

 
Vize kalesinin yıkılmış sur duvarlarına çıkıp fotoğraf çekiliyoruz. Geniş bir alan gözümün önünde… Muammer abi ile Ali Kaya manzara görüyorlar. Ben ise kaleden gözüken (belki de Gazi Süleyman Paşa’nın çadırını kurduğu yer olan) bir zamanlar oturduğumuz eve bakıyorum: "Sarı saçlı bir çocuk elinde tahta kılıcıyla tarlaların arasından kaleye doğru koşuyor. Tepenin altındaki dereden taşlara basarak atlıyor. Öndeki burcun içine giriyor Allah Allah nidalarıyla kılıcını sallayarak. Bir Sunguroğlu oluyor, bir Deli Balta, bir Hızır Bey zannediyor kendini. Kalenin en yüksek noktasına kadar çıkıyor kan ter içinde!..”




 

 
Kaleden bakarken önce Dört Oluk Camii (babamın ilk görev yaptığı cami) sonra da Develi Köyü gözüme ilişiyor. İstikamet belli oluyor.
Daha önce taştan yapılan dört tane oluk, suyun tazyikine dayanamadığı için patlamış, şu anda beş adet demir borudan akan suya varıyoruz. Bu suyun özelliği şudur; yazları buz gibi, kışları da ılık akar ve direkt kaynağından gelir. Üst tarafında ise mescit büyüklüğünde bir cami vardır.
Cami kapısının önündeki direğin üzerinde leylekleri gören Muammer abi fotoğraf çekiliyor.



 
 

DEVELİ KÖYÜNÜN ŞEHİTLERİ 

 
” Genç kız teravih biter bitmez, duayı beklemeden camiden çıkar. Çıkar çıkmasına ama karşısında daha önce rüyasında gördüğü kanlı elbisesi ile bir asker durmaktadır. Korkar, camiye geri girmek için hamle yapar:
– Dur hele bacım, der asker. Benden korkmana gerek yok. Biz burada yatan iki arkadaşız. Rahatsız ediliyoruz. İmama söyle de buradan aldırsın bizi.
Korkmuş gözlerle bekler kız. İmam çıkar çıkmaz konuşur. Sabah Müftülüğe, Kaymakamlığa gidilir. Ve kızın gösterdiği yer kazılır. Elbiseleri, tüfekleri, üzerinde kanlarıyla ilk günkü tazeliğinde iki Balkan savaşı şehidi ile karşılaşılır. Oradan alınıp şu anda etrafı düzenlenmiş kabirlerine büyük bir törenle defnedilirler. Kayserili şehit Hasan oğlu Ali ve Karslı şehit İsmail oğlu Hüseyin ruhlarına Fatiha beklemektedir.”
 
Develi Köyü’ne giderken bu hikayeyi anlattım arabada. Şehitlerin cenazesine (cenaze namazının kılınmasına ve kabirlerinin yerinin değişmesine) gidememiştim fakat babamın katıldığını ve bu şekilde anlattığını iyi hatırlıyorum.

Şehitlerimize hediyelerini verdikten (Fatiha’larını okuduktan) sonra istikamet olarak Kırklareli’ni seçtik. Neden derseniz; ortak bir arkadaşımız olan Fazlı Uzunoğlu’na söz vermiştik geleceğiz diye.
Gidiyoruz gitmesine de market işlettiği için fazla kalamıyoruz.

DUPNİSA MAĞARASI

Kırklareli’den geriye doğru dönüyoruz. Daha doğrusu Bulgaristan sınırına paralel olarak Karadeniz’e doğru çıkıyoruz. Sınıra yakın geçtikten sonra Trakya’nın tek turistik mağarası olan Dupnisa mağarasına, ağaç gölgeleriyle kaplı orman yolundan varıyoruz.


Su aşağıya doğru akıyor ve vasıtalar en arkada görülen meydanda kaldı…  


O gün aşırı sıcak bir hava vardı. Fakat vadinin içinde derin bir serinlik var…



Aynı zamanda mesire yeri olarak da kullanılan Dupnisa mağarası; kireç taşlarının suyla şekillenmesi sonucu oluşan (oluşmaya devam eden) çok katlı bir mağara.
Muammer abi gitmeden önce derinliği, yüksekliği ne kadar diye sormuştu. Ben de ” İki katlı bir evde ikinci kata çıkmak gibi ” demiştim.
İtiraf ediyorum; sırf onu oraya götürebilmek için böyle birşey söylemiştim. Yoksa çok katlı 200’e yakın basamağı olan mağaraya nasıl sokacaktım ki onları?..


Vasıtaların bırakıldığı yerdeki panoda mağararanın özelliklerini okuyabiliyoruz…


Mağaranın içinde yürüdükçe sanki bir buz dolabının içinde ilerliyormuş hissi yaşıyor insan.


Milyonlarca yılda oluşmuş şekilleri herkes bir şeylere benzetiyor…

 

Mağaraya alt katından yani ıslak kısım denilen yerden giriyoruz. Fotoğraflar çekiyor Muammer abi ile Ali Kaya… Alt kısım serin olduğu için (bir yerleri tutulacak diye çekinen) Muammer abi ile hızlı bir şekilde üst kata çıkıp dışarı atıyoruz kendimizi. Kapının yanındaki uzun bir ağaca oturup ellerini bir açıyor tabelanın üzerine Muammer abi zannedersin mağaranın sahibi!
Tabii olarak bu çıkışın bir de inişi var.
Bu defa mağaradan geçmeyip, keçi gibi patikalardan seke seke ormanın içinden iniyoruz arabaların yanına…
 

Ve mağaranın içindeki merdivenlerden dağın tepesine çıkış…
 
Kimse belli etmemeye çalışsa da çoğumuz perişan vaziyetteyiz… Herkes kendini bir yere atıp uzun süre nefesleniyoruz. 

 


DEMİRKÖY ve DÖNÜŞ

Saat ilerlemiş, akşam yemeği için yola çıkmalıyız.Yine ormanın içinden ağaçların isimlerini öğrenmeye çalışarak (gürgen, kızılağaç, meşe…) Demirköy’e varıyoruz.

Demirköy’ün içnde biraz turluyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz M. Fatih Can abinin babasının görev yaptığı camide ikindileri kılıyoruz. İstanbul’un fethi için kurulan tophaneyi soruyor Muammer abi. Gitmediğimi söylüyorum. Demirköy’ün tam ortasındaki parkın önünde iki adet gülle var. Muammer abiye bunlarla idare etmesini söylüyorum. Bir de fotoğraf çekiyorum Demirköy’lülerle onu. (Birkaç gün sonra Türkiye gazetesindeki haberde –  tophane için – İstanbul Üniversitesinden restorasyona devam etmek için bir ekibin geleceğini okuyorum.)


Demirköy. Burası da bir zamanlar o kadar zor ulaşılan bir yer ki; arkadaki camiye gelen imam
(Tarih dergisi yayıncısı M. Fatih Can’ın babası) sürgün olarak gönderilmiş…

  


İstanbul’un fethi için kullanılan kutlu toplar buradaki demir ocaklarında dökülmüş, Demirköy adını taa o zamandan almış…
 


İşte bu güllenin sayısız kardeşleri Bizans surlarına doğru uçmakla şereflendi. Bu gülle ise o zamandan beri için için ağlamakta!
Bize de bunun gözyaşlarını burada silmek kaldı! 
 
Demirköy’ün çıkışında daha önce gittiğim bir alabalık tesisi var. Oraya gidiyoruz. Ali Kaya ısmarlıyor akşam yemeğini. Üzerine bir de çaylarımızı yudumluyoruz.
Gün kavuşmak üzere… Dönüş yolculuğu başlıyor. Güneş batmak üzereyken bir gündöndü tarlasında fotoğraf çekiliyoruz.




 
Ali Kaya, o hafta çok fazla çalıştığı için beyin olarak yorulduğunu ama bu gezinin kendisini dinlendirdiğini, kafasını boşalttığını söylüyor. Muammer abi de daha önce buralara gelmediğini, ilk defa geldiğini söyleyince tamam diyorum içimden, bu gezi amacına ulaşmıştır.

Yeni gezilerde buluşmak üzere, sevgiler kere sevgilerle…

 

 

14 yorum

  1. Bulmuşsun öyle gezi arkadaşlarını da gezmişsin Süleyman. Milleti sulandıra sulandıra da anlatmışsın vesselam. Muammer ağabeyi bulduk ta biz mi gezmedik sanki. Şaka bir yana çok güzel bir gezi. Biz de bilmediğimiz bir çok şeyi öğrenmiş olduk böylece.
    Alperen

  2. Hadi bakalım, Muammer abinin gezi yazıları mı daha güzel oluyor Süleyman’ınki mi? 😉

    Tam sıcak çay eşliğinde okunacak bir keyif yazısı olmuş. Selam olsun kadim dostluklara…

    Bilal

  3. Acı tatlı hatıralar ve çok güzel bir anlatım gerçekten, keyifle okuduk:) Ellerine, yüreğine sağlık sevgili Süleyman Eldeniz.
    Ama her kalemin yeri ayrı Bilal abi. Muammer abinin yazdıklarının satır arası oluur, paragraf-resim vs arası oluur… Vakti bol olmadığından “usta işi” harf hatası oluur;) Olur da olur yani. Boynuzun kulağı geçme mevzusu vardır bi, onda da geçiyordur falan ama, dikkat edilirse yerli yerinde duruyordur yine bütün organlar…
    Sözün kısası; gezenlere de, yazarına da gönül dolusu teşekkürler:)
    Hicran Seçkin

  4. Çok hoş bir gezi olmuş, belli… Mübarek olsun Muammer Abim…

    RAGIP KARADAYI

  5. Teşekkürler Süleyman Eldeniz!
    “Yıllar önce şöyle olmuş, böyle olmuş…” diye bahsetmişsiniz ya bazı satırlarınızda; işte onlar çok dikkate değer.
    O, tarihi mekanlar…
    Bizler, geziyor eğleniyor, fotoğraflar çekiyoruz. Oraların, bütün zamanlara ait yaşanmışlıklarını düşünüyorum ve merak değil sadece, çok başka şeyler hissediyorum!
    O, çınar ağacı var ya mesela:
    Onun bebekliğine tanık olunan zaman nasıldı, taa başından beri o ağaca kimler baktı, kimler dokundu, hakkında neler konuştular, onun görüntüsü eşliğinde kimler resim çektirdi… O bölgelerde kimlerin ayak izleri var ve daha kimler gelip geçecek oralardan…

    Z.Öner

  6. Ayrıca:
    Siteyi takip edenler bilir, zaman zaman M.Erkul bahseder; yazılarını yazdığı odanın penceresinden bakınca neler gördüğünden.
    Hatta birkaç tane de fotoğrafı var sitede, o manzaranın.
    Tarihi yaşanmışlıklar dedim ya; ben M.Erkul’un yerinde olsaydım, o pencereden baktıkça İstanbul’un fethini yaşardım, herhalde.
    M.Erkul demişken, geziniz tam ona göre olmuş. Tarihi unsurlar, doğal oluşumlar, tabii güzellikler…
    Biraz yorgun görünüyor ama gün sonunda yediği balık, onu kendine getirmiştir, sanırım…
    🙂

    Z.Öner

  7. Güzel iltifatlarınız için teşekkürler sevgili dostlar! Güzel şeylerden bahsetmek güzel insanlarla gezince daha kolay oluyor. Benim de tadı damağımda kaldı bu gezinin. Bu yaz için de bazı planlarım var. Gelmek kime nasip olur bilmiyorum ama bir Kırkpınar’a gitmek lazım, bir Gala gölü üzerinden Enez’e gitmek lazım. Nice güzelliklerde buluşmak dileğiyle, Allaha emanet olun!

  8. Author

    Söyleyeyim de (aslî) işi ciddiye alsın:
    Arkadaşlar, ismi Süleyman olan…
    Ve Süleyman Paşa ismindeki caminin önünde fotoğraflarını gördüğünüz bu arkadaşımın…
    Çalışmak, kazanmak, çocuk büyütmek vs gibi dünya işlerinin haricinde, bu hayatta yapıp bitirmesi gereken başlıca işlerinden biri;
    GAZİ SÜLEYMAN PAŞA’NIN HAYATINI YAZMAKTIR…
    Duyun, duyurun, zorlayın, sorumluluğu yüklemiş olun ki (üzerine aldığı, bitirmek için bana ve kendine söz verdiği) bir güzel eserimiz daha ortaya çıkmış olsun.
    M:)

  9. Aldın mı lafını, yahut, yandın Süleyman! diyesim geldi şimdi Süleyman Eldeniz’e;)
    Muammer abinin kulağına varmadan yavaşça söyler misin, Özgür iradenle mi vermiştin sahi o sözü? Zor işe soyunmuşsun, söz de vermişsin, e bize de eseri dört gözle beklemek kalmış. (Böyle bir şeye söz verince, insanın nasıl da başka şeylerle uğraşası tutuyor, kendimden biliyorum…) Ne diyelim Allah kolaylık versin; kalemini kuvvetli, ufkunu geniş eylesin. Hayırlı bol muvaffakiyetler versin Mevlam…
    Hicran Seçkin

  10. Kırkpınar’da emekli cazgır Babaeski’li Şükrü aganın yerine bu sene Muammer Erkul’u aday göstereceğim. Ortalık yerde konuşmamakla ilgili bir söz vardır; ‘Çok iyi sır tutar, bir kahvede bir de camide konuşur’ diye. Tamam kardeşim böyle bir niyetimiz var. Durup dururken insanları niye bir beklenti içine sokuyorsun abicim. Ben de yazıp kenara koyduğun şu romanları ne zaman bastıracaksın veya YEDİTEPE yazılarını ne zaman toparlayacaksın diyor muyum? İttire kaktıra hatıralarını yazdırmaya başladık iki tane yazdın gerisi gelmiyor, birşey diyor muyuz gıcık abicim benim!

  11. Author

    Üç kişinin bildiği sır zaten sır değildir…
    Üç senedir kıpırdamayan mısır ise, işte böyle patlatılır!..
    M;)
    (Acaba, sırada baka kimler var!)

  12. Mısır mı dedin? Patlatan olsa da yesek şöyle tuzlu tuzlu! Bu arada cazgırlık için de itirazın yok. Gözün var galiba! Allah böyle niyetleri olanlara kalem kuvveti versin. Kolay işler değil. En çok ta ya yanlış bir şey yazar vebal altına girerim diye çekiniyor insan. Bu arada dikkatinizi çekti mi bilmem Muammer abi kendi kitap hazırlıklarından veya basılacak kitaplardan bahsetmiyor hiç. Bir ara bazı güzel dostların ‘Kitap istiyoruz’ kampanyası vardı. İşte size ipucu. Makaraya sarmak size kalmış.
    Süleyman

  13. Vay vaay, neler de yazılmışmış burada… Ne derler; “Tencere dibin kara, seninki benden kara” mıydı?;) Sıradakini bulmaktan kolay ne var abiciğim parmağını havaya kaldır; “Ooo piti piiitii, karamela sepetii…” diye say, son kimde kalırsa onu patlat! Neyse bana müsaade, sen saymaya başlamadan kalabalığımı çekeyim ortalıktan… Gider ayak da sorayım; Süleyman Eldeniz,
    Muammer abi yazdığı romanları hangi kenara koyuyor, bi de onu yazıver sana zahmet, belki yolumuz uğrar o yana. Sonra sen de otur(“nasıl” oturacağının tarifini Muammer abi vermiştir muhtemelen. Vermediyse sor, özel bir tarifi vardı kendisinin) ve kitabını yaz bir an önce. Güzel bir eser çıkacağa benzer, ömrümüz varken okuyalım.
    Hicran Seçkin

  14. İtalya’da 1999 yılında üç belediye başkanı tarafından kurulan ‘sakin’ felsefesine ve kendi özelliklerine sahip çıkan kentlerin bir araya geldiği Cittaslow Birliğine Türkiye’den 8 üye üye bulunuyor. Bu kurumla ilk tanışan İzmir’in Seferihisar ilçesi. 2011’de Muğla Akkaya Beldesi, Aydın’ın Yenipazar, Çanakkale’nin Gökçeada ve Sakarya’nın Taraklı ilçeleri. 2012’de ise Isparta’nın Yalvaç, KIRKLARELİ’NİN VİZE ve Ordu’nun Perşembe ilçeleri katıldı. Birliğe üye 12 ilçe daha başvurdu.
    Bunları niye yazdım; yolunuz Vize’ye düşerse nasıl bir ilçe ile karşılacaksınız en azından hayal edebilelim diyerekten yazdım. Hele bir de ‘ıhlamurlar açtığı zaman’ giderseniz kesinlikle arabasız yürüyerek dolaşın ki; o kokular sizi alıp başka diyarlara götürsün. İyi gezmaler…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir