Sssüper benzin
Selma hanım da aynı radyoda çalışıyormuş. “Benim için yolunuzu değiştirmeyin sakın” diye tutturuyor, ama değiştirmiyoruz zaten. Diyorum ki;
“Dünyanın en komik(!) doktoruyla randevumuz var. Koşuyolu’na gidiyoruz…”
“İyi öyleyse” diyor ve bizimle Halyolu durağına kadar geliyor. Bu arada onun bir hikayesini de öğreniyoruz:
…..
Bir varmıış bir yokmuş…
Allah’ın (Selma gibi acayip kulları da) çokmuş!..
Günün birinde (nasıl olmuşsa) kocası ona arabayı vermiş. Bir yere gitmesi lazım. Bakmış ki benzin ikaz lambası yanıp sönmekte. Acemi biri için ne büyük bir rahatsızlıktır bu lambanın yanıp yanıp sönmesi… Onu da rahatsız etmiş ve menzili kısa da olsa, benzin alıp gitmeye karar vermiş; yolda belde kalmamak için…
Girmiş benzinciye, pompaya yanaşmış… Görevli adam anahtarı alırken pencereden sormuş:
“Ne alacaksınız?..”
“Benziiin!..” demiş bizimki.
“Benzin de, hangisinden olacak?”
İşte ilk defa o zaman aklına gelmiş, benzinin de çeşitleri olduğu… Düşünmüş bir süre; yüz kere beraber benzinciye girdikleri halde, eşinin bu durumlarda pompaya bakan adamlara ne söylediğini bulduramamış bir türlü. Demek ki şu ana kadar hiç dikkat etmemiş…
Adam tekrar sormuş:
“Ne istiyorsunuz?”
Kendisini bekleyen pompacıya boncuk gibi renkli gözlerini kocaman kocaman açarak sormuş Selma (Gözükara):
“Sizde ne var?..”
Adam, buldu ya bunun gibisini, cevap vermiş:
“Adana var, Urfa var… Lahmacun da var!..”
Selma koyvermiş haliyle kahkahayı. Ve adamın espri kaabiliyetini ima ederek;
“Sssüper!” demiş.
Bunun üzerine adam gitmiş ve “süper benzin” doldurmuş depoya. Ama o da bir daha hangi benzinden isteyeceğini hiç unutmamış…
Halyolu’na geliyoruz gülüşerek. O tam inecekken;
“Hasan Bey çiçekler için teşekkür ediyor” diyorum. Birisi kulağımın dibinde bağırıyor:
“Ben teşekkür etmiştim ona…”
‘Ne zaman?”
“İmza attığım masanın üstüne bu çiçekleri koyduğunda, bir de hastanede…”
“Olsun, diyorum. Fazla teşekkür göz çıkarmaz!”
O sırada bütün gündür yemek yemediğimiz geliyor aklımıza.
“Hadi Boğaz’a gidelim, diyor. Balık yeriz…”
Ben Boğaz’a bayılırım. Balığa da bayılırım ama fazla vaktimiz yok. Bu ikisini tanıştırmam lazım biribirleriyle…
Harem’e inip kendimize yemek yiyecek bir yer ararken ikimizin aklına birden Üsküdar’daki o meşhur Kanaat Lokantası geliyor. Aman Allah’ım, aynı anda otuz, kırk çeşit yiyecek; istediğini seç… Tarihe malolmuş bir mekan… Hatta gelen garsonla “benim hatırlamadığım zamanları” konuşuyorlar. Adam çoktan emekli olmuş burdan da, para lazım diye çalışmaya devam ediyormuş.
Ardından koyu bir sohbet karıştırıyoruz çay bardaklarının içinde. Büyük bir keyif alarak uzuun uzun konuşuyoruz. Kapıdan çıkınca sağa döndürüyorum onu ve İskele Camii’nin alçak kemerli arka kapısından bahçeye girerken;
“Buraya kadar gelmişken, bu camide namaz kılmamak olmaz” diyorum.
Dikkatle gözlerime bakarak;
“Ciddi misin?” diyor.
“Evvet!”
Şadırvana varıyoruz.
“Sen şimdi bu soğukta burda nasıl abdest alacaksın?”
“İşte böyle!..” diyerek soyunuyor, uzun çizmelerimin bağlarını çözüyor, abdest alıyor ve bu muhteşem caminin son cemaat yerinde namaza duruyorum… Tamamı onun bir sigara içişi kadarcık süre…
Sonradan öğreniyorum ki; bu hareket onu çok etkilemiş. Benim çantam elinde olduğu halde biraz karanlığın içinde parıl parıl parlayan denizi ve İstanbul’u seyretmiş, sonra arkadaki mezarların yanına geçmiş, kendi kendine düşüncelere dalmış…
Dört beş defa aynı şeyi söyledi:
“Ben namaz kılmaya başlayacağım…”
“Başla, dedim ben de. Eninde sonunda hepimiz namazla tanışacağız. Musalla taşında olsa bile!..”
Arabaya atlıyoruz ve dooğru Koşuyolu’na… Bu adam, yani Hasan Doğrusoy, Karadeniz’in neresinden olduğunu bilmeyen (!) bir Karadenizliymiş meğer!.. Bu da nerden çıkıyor? Benim söylediğim bir lafın aklına getirdiği fıkradan.
“Anlatma!..” diyorum;
“Olmaz, anlatacağım!..”
“Anlatma…”
“Bak, ısrar edersen iki tane anlatırım!..”
Mecburen susuyorum. Ve fıkrasını dinliyorum.
Adamın biri yıllardan beri yurt dışında tahsil-terbiye görüyor, şekli şemaili değişiyor ve memleketine dönerken yolda bir çobanla karşılaşıyor. Selamlaşıyorlar.
“Bana bir koyun versene” diyor yabancı…
“Vermem” diyor çoban. Adam şöyle bir bakıyor sürüye, ve:
“Bu koyunların sayısını doğru tahmin edersem verir misin peki?”
Çoban, sürüsünü kendisi bile zorlukla sayabildiği için, sırıtarak kabul ediyor .
“Burdaaa, diyor yabancı. Burda dörtyüzyirmibeş tane koyun var.”
Şok oluyor çoban. Sayıyı nasıl tutturduğunu anlayamıyor ama, adama dönüp:
“Tamam, diyor. Hakettun. İstediğun koyunu seçebilirsun.”
Sürüden birini seçiyor adam. Fakat daha elli metre gitmeden koşuyor ardından çoban, ve:
“Heeyyy yabanci, dur! diyor… Tanidum senu. Sen yabanci felan değilsun. Haçan sen Karadenuzlisun. Hatta bu şehirlisun. Hatta bu kasabalisun… Ve de hatta bu köydensun… Çünkü bu köyden olmasaydun, dörtyüzyirmibeş tane koyun dururken “sürünün köpeğinu” götürmeya çalişmazdun!..”
Ve Hasan’ın hangi köyden olduğu da ortaya çıkmış oluyor!..
Ooo, bakıyorum bunlar kaynaşıveriyorlar… Ya ben? Duvarlardaki resimleri seyrediyorum…
Bir zamanlar Kozyatağı’ndaki poliklinikte bunların benzerlerini yapıyorduk doktorla, onun nöbetçi olduğu gecelerde (eski okuyucularımız bilir). Uzman Dr. Muhammet Göğüş iyi ressam değildir belki, ama çok iyi bir aile hekimidir. Bu “aile hekimi” unvanı da ailenizin margarini gibi bir “laf” değil, malumunuz olduğu üzere; uzun yılların ekstra eğitim, yorgunluk ve uykusuzluklarının ardından gelen bir artıdır.
…..
Siz şimdi benim doktorumun, kolu kırık bir halde, uçakla Türkiye’ye dönerken, bomba yutmuş bir PKK’lı ile ne ecel terleri döktüğünü de bilmek istersiniz, değil mi?..
Ama benim uykum geldi…
Üzgünüm ama, hikayenin o kısmı yarına kalacak.
——————————————————-
Kopardın
Bir hicran çölüne bıraktın beni
Kalbine girdiğim yolu kopardın
Yaydın üzerime yalan gölgeni
Adını andığım gülü kopardın
İçimden boşluğa savruldu külün
Hüznün ateşiyle yandı kâkülün
Yıllardır ruhumda öten bülbülün
Her seher konduğu dalı kopardın
Uzattıkça sana boş ellerimi
Birer birer yıktın hayallerimi
Bilmem, ölü müyüm, yoksa diri mi
Saçımdan son siyah teli kopardın
Gönlümde aşkınla her gün yeşeren
Göğü yıldız yıldız önüme seren
Aynasında yalnız seni gösteren
O güzel, bembeyaz gülü kopardın
Nurullah Genç
Sevgi sözcükleri
“Sevgimiz yavaş yavaş süzülen çisil çisil yağmur gibi ama ırmakları taşıran cinsten.”
Afrika atasözü
“Aşk sis gibidir, basmayacağı dağ yoktur.”
Hawai atasözü
“Bir dağ kulübesinde seve seve yaşardım. Diker, eker, çapalar, dağlardan inen buz gibi sularla yıkanırdım, yeter ki birlikte olalım.”
Japon halk şarkısı
“Yağmur yağsa da ıslanmam, sevgini şemsiye yaparım kendime.”
Japon halk şarkısı
“Ancak Allah’a inandığım zaman yaşadığımı anladım.”
Tolstoy
Stop
Muammer Erkul
18 Şubat 2000 Cuma