Sultan Melik [31 Ağustos 2006 Perşembe]

Kemahlı veya Kemah’ta medfun pek çok yatır vardır:
Horasan erenlerinden Kuruçay’ın Kirzi köyünde Seyyid Kirzi Baba… Yakub Halife… İskender Baba… Melik Gazi’nin kardeşi olduğu rivayet edilen Kelem Yakub… Yörenin meçhul velilerinden Ali Baba ve Hıdır Abdal… Midilli Baba, Nail Efendi bugün de sevilip ziyaret edilen mübarek zatlardandır…
“Ziyaret eyledik Sultan Meliği
Mevlam kabul etsin cümle dileği
Tecelli döndürür çarh-ı feleği
Ordaki ihvanlar güldü, gel yetiş.”
Bu manzume ise Erzincan’ın manevi sahibi Terzi Baba’nın halifelerinden Leblebici Baba’ya ait. Mısralarında Sultan Melik’i kendisinin de ziyaret ettiğine ve burada yapılan duaların kabul olduğuna işaret ediyor… (*)

Yaygın bilimsel görüşe göre asıl ismi Emir Ahmed olan Sultan Melik Erzincan’daki alperenlerden… Alparslan’ın açtığı Malazgirt kapısından, fetih için Anadolu’ya giren kumandanlardan biri. Erzincan, Şebinkarahisar, Divriği ve Diyarıbekr’i fethetmiş; merkezi Kemah olan bir beylik kurmuş, ki tarihte Mengücek Beyliği diye meşhurdur… İsminin başındaki “emir” kelimesine bakılırsa evlad-ı resul’den olmak ihtimali varmış…
Düşmanla cihat ederken tahminen 1118’de Fırat Nehrine düşerek şehit olmuş ve cesedinin bulunduğu yere türbe yapılmış. Kendisi üst subaylardan olduğu halde, mübarek bir şahsiyet sayıldığı anlaşılıyor. Öyle ki, hürmet edilen kabri asırlardır ziyaret edilmekte; başında yapılan duaların kabul olduğu söylenmekte. Vaktiyle ayakları tutmayan kimseleri buraya getirerek ziyaret ettirip adak yaparlar, çoğu da yürüyerek eve dönermiş… Evliya Çelebi de ziyaret ettiği türbe için “mübarek” tabirini kullanmakta… Birinci Cihan Harbi’nde Kemah hududuna kadar gelen Rus ordusunun Kemah Boğazında binlerce yeşil sarıklı ve silahlı süvari gördüklerini söyleyerek, Kemah’a giremediği; bunun da Sultan Melik’in kerameti olduğu halk arasında hâlâ anlatılmaktadır…

Bu ve benzerlerini, çocukluğumdan beri okumuş, dinlemiştim…
Şimdi Kemah’ta, Fırat’ın kenarındaydım: Burası geniş bir çay bahçesi, masalar filan var ağaçların altında. Bahçenin sonunda ise türbe…
Yanımızda bizi gezdirmekle görevli bir arkadaş vardı. Biraz beklememizi söyleyerek bahçe girişinin kenarındaki çay ocağına gitti. Elinde türbe kapısının anahtarıyla döndüğü zaman ben hayretten donakalmış vaziyetteydim.
“Tarihin en değerli hazinelerinden biri, yaklaşık bin yıl önce yaşamış bir büyük şahsın bedenini örten kapının anahtarı, şu çaycı çocukta mı duruyor?” dedim şaşkınlık içinde!..
“Evet, dedi soğukkanlılıkla… Benim her zaman burada olmam mümkün değil ki. Dairede işler olduğu için anahtarı ona bırakıyoruz…”
Sonra da türbenin kapısına doğru yürüyüp anahtarı kilidin içinde döndürdü…
Anladım ki benim (acaba görebilecek miyim) endişelerim yersizmiş ve buraya her gelen bir çay içip kapıyı açtırıyormuş!

Burası Selçuklulardan kalma bir tuğla yapı, özel bir şekli var. Etraf süpürülmüş ama bina duvarlarının kenarları ve her tuğla oyuğu sanki ıslanıp ta küflenip kararmış gibi… Bunların ne olduğunu sorunca “mum” dediler… Diyanet’in uyarılarına aykırı olsa da mum yakanlar oluyormuş, hatta duvardaki mum izlerine küçük taşlar yapıştırmışlar!
Demir kafesin ardından ikinci kapı açıldı… İyice eğilip kümbetin altındaki odacığa geçtik. Tamamı tuğla işçiliğiydi ve tavan kubbe biçiminde eğimliyi. Ortadaki direğin dibinde ise yeşil bir sanduka vardı… (Perşembe günü yazının devamını, bin yıllık bedeni anlatacağız…)

…..

(*) Doğu Anadolu Evliyaları 1. cilt, Türkiye Gazetesi Yayınları

Stop
Muammer Erkul
31 Ağustos 2006 Perşembe 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir