Merhaba, diye başlıyor e-mail… “Ben A…’dan A..’nin arkadaşıyım. Sizinle bayağı tanışıyoruz, çünkü o kadar bahsediyor ki… İnşaallah gerçekten tanışırız bir gün.
Bu arada yazmam için de rahat bırakmıyor beni! Ayrıca, bu akşam ölebilirmiş.
Hakkınızı helal edecekmişsiniz. Hoşçakalın. Ş…”
Bilgisayarın klavyesini çekip önüme cevap yazıyorum:
“Evhamlı Temel seksen sene söyledikten sonra nihayet tutturmuş! Vasiyeti üzerine mezartaşına şunu yazmışlar:
-Tedum tedum da inanmatinuz…
Haçan oldim işta!..
Ona söyle, hemen vasiyetini yazsın. Çünkü altmış sene kadar sonra dostlarına lazım olacak!..”
…..
Aradan günler geçiyor. Cep telefonumdaki bir sürü mesaj arasında Temel’den de bahseden bir mektupçuk görüyorum. Ama kimin yazdığı belli değil. Aklıma A.. gelse de, onun cep telefonu olmadığını biliyorum. Yarı şaka yarı ciddi;
“Adını yazmayanlardan neffrettt…” Diye bir fırça atıyorum.
Az sonra, saf duygularla yazılmış bir cevap geliyor mesaj kutuma:
“Ben A…’dan A. Bir arkadaşımın cep telefonunu kullanmıştım da…
Ama beni, yazımdan tanıyacağını sanmıştım!..”
“Mouse(fare)’um bozuldu. Bir süre mail atamayacağım.” Diye bir not alıyorum başka bir gün başka birinden.
Bizde akıl çok ya, bol kepçeden dağıtıyoruz:
“Hemen kömürlüğe git, iri bir tane yakala!..”
Aklıma çook eskiden insanlara verdiğim bir akıl daha geliyor:
“Marmaris’te bitkilerle akraba bir hekimle tanıştım. Dağdaki evine gittim. Birçok hastalığa deva bulmaya çalışıyordu. Ayrıca bize tadı çok hoş bir sıvı içirdi. Meğer kavun ve özellikle karpuz kabuklarını ince ince kıyıp (mikserden de geçirebilirsiniz) yeşili suya karışıncaya kadar bekletip, serin ve hoş bir içecek yapıyormuş. Suya karışmış olan karpuzun kabuğundaki tanen maddesi de aynen kendi meyvesinin içini koruduğu gibi, insan bedenini de muhafaza edip yaşlanmasını geciktiriyormuş.
Ben defalarca yaptım bunu. Biraz şeker katınca tadı da çok güzel oluyor. Asitli meşrubatlarla mukayese edildiğinde mükemmel bir içecek…” Gibi birşeyler anlatıyorum yazımda.
Uzun süre sonra İzmir’den bir mektup geliyor. Diyor ki;
“Karpuz kabuğu yemekten içimiz dışımıza çıktı.
-Madem ki onu seviyorsunuz, öyleyse dediğini de yapacaksınız, diyen teyzem bulduğu bütün karpuz kabuklarını mikserleyip önümüze koyuyor ve kaşık kaşık bize yediriyor.
Ama artık dayanamıyoruz! Ne olur kusura bakma…”
…..
İnanamıyorum…
İnanamayışım; yazılan yazının okuyucu üzerindeki akıl almaz tesiri.
Daimi okur; yazıda ilk anladığının eğri mi doğru mu olduğunu veya bir yanlışlık, bir dizgi hatası var mı, yok mu diye düşünmeye bile lüzum görmüyor…
“Madem ki seviyorsun, dediğini yap!..”
…..
Bu ne kadar güzel ve de ne kadar korkunç bir gerçek.
Daha doğrusu bu güzellik; millet hainleri, devlet düşmanları ve maneviyat köstebeklerinin eline geçince, istikbalimize doğrultulan ne tehlikeli bir silah olmuş…
Dalga geçtiğim veya küçük düşürmeye çalıştığım sanılmasın sakın o güzel insanları. Onları, tertemiz yüreklerinden öpüyorum.
Liseli ve üniversiteli olan bu kızkardeşler; yazıyı okurken, mikserlediği karpuz kabuklarının süzülmesi de gerektiğini farkedemeyen teyzelerinin “kurbanı” oluyorlar… Ve bu zavallılar günlerce (kaşık kaşık) mikserde kıyılmış karpuz kabuğu yiyorlar!
(Benim canım İzmir’lilerim. Umarım okuyorsunuzdur. Sizi çok seviyorum. Hakkınızı helal edin.)
Yanlış anlamalar her daim mevcut fani hayatın göbeğinde… Değil mi?
Önceki akşam telefon mesajlarına cevaplar yazarken birkaç arkadaşımdan da haberdar olmak istiyorum. Onlara; “Nasılsın ve ne yapmaktasın”a benzer birer ikişer satır yazıyorum.
Son mesajıma hemen cevap geliyor:
“Şu an hastaneden dönüyorum. Annem pazartesi günü ameliyat olacak.”
Hay Allah… Ne oldu ki acaba? Bildiğim kadarıyla bir şeyi yoktu. Arıyor, düşüremiyorum. Diğer mesajlarıma cevap gelmiyor ve ben de zaten artık beklemiyorum.
Telefonu cevap vermeyince yazılı mesaj gönderiyorum. Bütün gece bir karşılık gelmiyor. Acaba annesinin durumu mu ağırlaşıyor?
…..
Günboyu birkaç defa geliyor aklıma aynı soru.
İkinci gece saat on suları bir mesaj. Önce tarih ve saatine bakıyorum, bir saat önce gönderilmiş. Şöyle diyor:
“Mesajını geç aldım… İyiyim ve evdeyim, sevgiler.”
Hah, bir tuhaflık sezinlesem de, bütün gün kapalı olan hatların ardından bu iyi haber. Hemen arıyorum, ve;
“Annen nasıl?” Diye soruyorum.
“İyiii!” Diyor.
“Nasıl iyi, morali falan düzgün mü?”
“Gayet iyi, diyor. Demin içerde televizyon seyrediyordu.”
“Pazartesi mi yatacak?”
“Nereye?”
…..
Uzatmayayım, bizimkinin; “zaten yanında olan annesinin pazartesi günü ameliyat olacağından” haberi(!) bile yok.
Diyor ki; ben “Nasılsın ve nerdesin” diyen mesajını demin aldım ve sana cevap yazdım!..
Eee, peki kimin annesi ameliyat olacak?
…..
Gelen mesajlar birbirine mi karıştı, düşünmüyorum şu an. İki gece bir gün önce kimlere mesaj gönderdiğimi araştırmaya başlıyorum… Ve pazartesi günü ameliyat olacak olan “hasta anne” İzmit’de çıkıyor. Haberdar olup aramadığım, daha doğrusu öyle göründüğüm için bir suçlu, bir hatalı gibi gönüllerini almaya çalışıyorum.
(Bu arada dualarımız onunla… Mevla’m şifa versin. Geçmiş olsun inşaallah.)
Cep telefonları, kullanıcılarını dellendiriyor ya bazen; işte yine o günlerdeyiz galiba. Bütün gün tın tın idi benimki ve büyük bir kopukluk yaşadım. Dün de öbür (42’li) hat öyleydi…
İnsanları çileden çıkartan; bütün bunların yanında ödenen maliyetinin üç katı paralar, herkesin bildiği gibi.
Evvelsi gün gelen bir mesaj diyor ki:
“Faturalarımıza gelen ve hiçbir ülkede benzeri olmayan sabit ücret ve ek vergileri protesto için 1 ve 2 Şubatta telefonlar kapatılıyor. (5 kişiye gönderiniz)”
Beş on dakika içinde yirmiden fazla insana ulaştırıyorum mesajı. Bakıyorum ki, sanki bir ben habersizmişim bu protestodan…
Benim gönderdiklerimin hemen hemen yarısından aynı cevap geliyor:
“Zaten biliyoruz ve protestoyu destekliyoruz…”
Derken, bu yazıyı bitirmeye çalıştığım saatlerde, yani yeni günün ilk vakitlerinde bir mesaj alıyorum. Diyor ki:
“Annemin durumunu sorduğun mesajını demin aldım. Tekrar söylüyorum, gayet iyi!..”
İşte şimdi düşünüyorum;
Şu cep telefonları neden var, diye… İletişimde kalabilmemiz için mii, yoksa bizlerin irtibatını koparmak için mi?
—————————————————–
Bir tuhaf sebep
(Bize aktaran Kevser Tanışman)
Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve bir antropologtan oluşan heyet, araştırma yapmak üzere arazide bulunuyorlar. Aniden şiddetli bir yağmur bastırıyor ve hemen en yakınlarındaki eve sığınıyorlar.
Ev sahibi misafirlerine birşeyler ikram etmek için yanlarından ayrıldığında, hepsinin dikkati salondaki sobanın üzerinde toplanıyor. Bu soba zeminden bir metre kadar yukarda, yere dizilmiş olan taşların üstünde duruyor.
Bilim adamları sobanın neden böyle kurulmuş olabileceğine dair tartışmaya başlıyorlar.
Kimyacı; “Adam sobayı yükselterek, aktivasyon enerjisini düşürmüş. Böylece daha kolay yakmayı amaçlamış” diyor.
Fizikçi; “Hayır, adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınması sağlamak istemiş” diye itirazda bulunuyor.
Jeolog; “Sanmam, diyor. Burası tektonik hareketlilik bölgesi. İşte o yüzden, muhtemel bir deprem anında sobanın bu taşlar üzerine yıkılmasını sağlamayı ve yangın ihtimalini azaltmayı hedeflemiş.”
Matematikçi; “Sobayı odanın geometrik şeklinin tam merkezine yerleştirmeye ve böylece her noktanın düzgün bir ısıya kavuşmasını tasarlamış.” Diye fikir yürütürken, son kafadan da farklı bir ses çıkıyor, ve;
“İlkel toplumlarda mevcut olan ateşe tapmanın bir benzeri olan ateşe saygı nedeniyle sobayı böyle yukarı koymuş” diyor antropolog…
Tam bu esnada ev sahibi salona giriyor.
Tartışmakta olan bilim adamları hep birden ona dönerek;
“Biz aramızda fikir birliğine varamadık, diyorlar.
Söylesene bize, bu sobanın böyle yukarda olmasının sebebi nedir?”
Hiç düşünmeden ve umursamaz bir tavırla cevap veriyor adam:
“Boru yetmedi!”
(Ne basit problemleri, ne işin içinden çıkılmaz boyutlara taşıyoruz bazen, değil mi?)
Stop
Muammer Erkul
31 Ocak 2000 Pazartesi