Teknolojiden nefffret!..
Size… İnanmayacağınız bir şey söyleyeyim mi?.. Ki ben hâlâ inanamıyorum!..
…..
Şu, elimin altında bulunan bilgisayarımda;
Aşağı yukarı son altı ay içinde ne yazmış ve kaydetmişsem… Ne kadar not almışsam… Ne kadar özet çıkarmışsam… Ne kadar fikir koymuşsam bir kenara, icabettiğinde çıkarmak için ortaya…
Henüz bitmediği için ne kadar yazımı saklamışsam bir kenarda…
Hepsi… Her biri… Tamamı yok oldu!..
Günlük olarak yayınlananları depoladığım 2001 klasörü ile birlikte!..
…..
Teknik olarak henüz bir izahı bile yapılamadı…
Ama zaten, yapılsa ne farkedeeer, yapılmasa ne?..
…..
Durumun böyle böyle olduğunu bana söyleyen arkadaşıma gülüyordum… Çünkü diyordum ki;
-Böyle bir şey olamaz ki, inanayım…
-İnansan iyi olur ama! Diyordu.
-Eğer inanırsam herhalde şoka falan girerim, diyordum…
Şimdi… Üzerinden günler geçtikten sonra galiba yavaş yavaş inanmaya başladım buna ki; içimde, midemin üzerinde değirmen taşları dönmeye başladı.
…..
Hey, sen!
Yani, işte ben…
Yani yazmaya daktilo ile başlamış… Sonra da tam 5 sene (elle ve kalemle) kağıtlara yazmakta ısrar etmiş…
Ve bilgisayarlara güvenmediğini söylemiş olan gafil;
Sonunda bilgisayarların “tonga”sına düştün işte!
Yani işte gene başa döndün, ve gene aynı lafın üstünde tepiniyorsun:
“Teknolojiden nefffret ediyorum!..”
…….
(Bu konu benim için mühim, tahmin ettiğiniz gibi…
O yüzden, eğer zaman zaman bahsedersem, şimdiden kusura bakmayın olur mu?.. )
———————————————————-
“Tırmalanmış” mevzular!..
(Dünden devam)
Aslında bu hikâyeyi ne zaman dinlemiştim been, hah; iki hafta kadar evvel… Nerde? Falanca’nın evinde… Küçük bir işimiz vardı dışarıda, yani birazdan dönecektik… Biz tam kapıdan çıkmak üzereyken Filanca geldi…
-İyi ki geldin, dedik. Sen çayı demle de biz onbeş dakikaya kadar geliyoruz…
-Tamam, dedi. Su da sıcakmış zaten…
Sonra altını yaktığı ocağı iyice açtı, ve biz hazırlanıncaya kadar çaydanlıkta kaynamaya başlayan suyu da demliğin içine aktarıverdi…
Biz de bir an evvel işimizi bitirmek üzere dışarı fırladık.
Onbeş dedik ama otuzbeş dakika sonra zile basmıştık…
İçeriye, o bayıldığım “taze demlenmiş çay kokusu” yayılmamış, ama çok güzel bir servis hazırlanmış salona…
Yani, birazdan çaydanlık getirilecek ve bardaklar doldurulacak.
…..
Biri; “hadiyin” diyor, diğeri; “yorulduk, çayı bekletmeyin” diyor…
Neticede ev sahibi Falan çaydanlığı, misafiri Filan ise demliği alıp eline, bardakları doldurmaya başlıyorlar…
…Ama o da ne;
Filan’ın elindeki demlikten de, Falan’ın elindeki çaydanlıktan da bembeyaz ve dupduru bir su akıyor bardaklara!..
…..
Gülmeli mi ağlamalı mı şimdi?..
Kırkbeş dakika ağzımızın suyu akmış; meğer birer fincan sıcak su için!..
-Nerden bileyim, “siyah” olanın çay değil de demliğin kendi rengi olduğunu, diyor Filan… Ben kendi demliğimi her gün ovar ve içini bembeyaz bırakırım!..
Hazır makaralar koyverilmişken herkes eteğindekini döküyor haliyle…
Biri anlatıyor ki; Karadenizli bir komşusu varmış…
Hani “olmaz olan” olmuş ve kadıncağız çevresindekilerden göre göre, bahçesine çiçek ekmeye heveslenmiş… Gitmiş, bir sürü para verip tohumlar, filizler falan almış ve ekmiş toprağa. Her gün suluyor, üç santim, beş santim, bir karış iki karış boy atmalarını bekliyor, hatta “evinin bahçesinde çiçek olma” fikrine bile alışıyormuş…
…..
İşte tam o günlerde küçük görümcesini yanına alan kaynanası çıkıp gelmiş memleketten. Hoş beş etmişler, karnını doyurmuşlar ve altına döşek serip yatırmışlar kayınvalideyi…
Ama sabahın en erkeninde bir de ne görsünler?..
-Uyy, anacuuuğm, ne ettun?..
-Niye bakmaysinuz bu bahçeye uşağum, her yani ot bürümuş… Haçan söktum hepsinu da lahana fidesu ektum… Üstuna pasanun bacağinu kirarum daa!..
* Devamı yarın
Stop
Muammer Erkul
07 Ağustos 2001 Salı