Telefondaki yara bandı! [16 Şubat 2000 Çarşamba]

Telefondaki yara bandı!

Üç yıldır telefon numarası ezberlemek ve yazmak gibi bir “angarya”m yoktu.
Bütün numaralar telefonumda kayıtlıydı ve bu geniş ekranlı muhteşem makine benim bütün komünikasyonumu sağlamakla vazifeliydi.
…..
Telefonum muhteşemdi… Öyle ki; özellikle benim gibi bir teknoloji kabızının ancak üç yıl sonra keşfedebileceği özellikleri bile vardı!..
…..
Telefonum inanılmaz sağlamdı… Öyle ki; ilk haftasından itibaren ortalama her hafta bir kere düşüp üç parça haline gelmeye, sonra yeniden toplanmaya alışmıştı.
Bir keresinde cebimden su dolu bir küvetin içine düşürmüştüm de, içine dolan sularla bahçedeki çiçekleri bile sulamıştım!..
Ve üç senenin sonunda, karttaki telefon numaralarını telefonun kendi hafızasına aktarırsam, kartta bana yüzyirmi numaralık yeni yer kalabileceğini keşfettim.

Bir baktım, ekranında “Contact Service” gibi gavurca bir laf var. Kendi kendime tercüme ettim: “Benimle sabahtan beri oynamadın, halbuki ben sensiz duramam, çünkü seni seviyorum…”
Canıım…
Aldım elime, baktım ki naza çekti kendini, açılmıyor. “Nesi varmış yavrumun? Ha, iyi misin? Üzüldün mü? Hadi açıl bakayım…”
I, ıh. Ses yok.
Sesinin olmaması umurumda değil de, benim sesimi ve bana gelecek olan sesleri kesecek olması tüylerimi dimdik ediyor.
“Hadi goççum… Göster kendini, açıl bakayım…”
I, ıh. Gene ses yok.
Peki bu makine böyle ceset gibi yatmak için, tam üç yıldır benim “bütün numaralarımı kendi içine aktarmamı” mı bekledi?
“Açılsana be!”
I, ıhh…

Akşam üzeri telefon “hastanesi”nin “acil”indeyim… Telefonum ameliyat masasının üzerinde! Elindeki tornavidalarla başında bekleyen arkadaş, şaşkın gözlerle bana bakarak;
“Bunu siz mi dövdünüz?..” Diye sordu.
“Yok canım, dedim ben de. Telefon dövülür mü? Kendi kendine dövülmüş. Yani kendi kendine bu hale gelmiş. Ben sadece ayılsın diye kolonya döktüm üstüne…”
“Peki bu yara bantlarını niye yapıştırdınız orasına burasına?..”
…..
Saatlerce başında bekledim, sigara üstüne sigara…
“Ölmeyecek, değil mi uzman bey?..”
“Ne bileyim… Ümit kesmemek lazım.”
Sonunda karar verildi: Telefonum orda kalacak. Yarın merkeze, olmazsa ana merkeze götürülecek… Ama pek de ümit yok. Şimdiden “mezar yeri”ni de ayırtsak iyi olur!
(Merkez deyince aklıma geliyor: Acaba hasta bir telefon “ex” olursa yani ölürse, tıp doktorları gibi “Merkez”e bildirmek zorunda mı bu adamlar da? Malum ilk defa başıma geliyor böyle bir olay…)
Velhasıl bir haftadır, emanet olarak elime tutuşturulan, dilini bilmediğim, üstelik zaten bozuk olan uyuz bir makinayla uğraşmakta… Kartta kalan sadece üç numarayla da idare etmeye çalışmaktayım. Kırk yıldır konuştuğum kişilerin çağrı ve mesajlarını anlayamamakta, hafızamda veya herhangi bir defterde de yazılı olmadığı için hiçbir numarayı bulup arayamamaktayım…
İyi mi?
İyi değiil.

Dolayısıyla, Size Dergisi’nin kraliçesi Gülten Çiçek’in numarasını kim bilebilir? Mehmet Nuri… Kültür Sanat Servisini arıyorum. Diyor ki bana;
“Yanımda yok. Ama masamdan alıp Murat Başaran’ın yanına getiririm. Erkan Mutlu orda da, beraber çıkacağız…”
“Yapma ya!.. Tamam geliyorum.”
Bir solukta iki kat yukarı çıkıyorum. Bir yumak oluveriyoruz! Televizyondaki programından seyretmek veya kasetlerinden dinlemek kesmiyor ki… Arada bir böyle sarılışmak da gerekiyor bu çalgıcıyla!.. (Bu laf biliyorum ki şimdi onu dellendirdi. Çünkü zamanında, bir müzisyenin en çok “çalgıcı” lafına kızabileceğini öğretmişti bana, baş harfleri Erkan Mutlu olan sevgili gâfil…) Biz de beş yılda bir sarılışıyoruz işte. Hem de şansa da bak; Sevgililer Günü’nde… Hem de şansa bak Ezgi görmeden ve ben; “Çözülsenize babamla” diye, bacağıma tekmeyi yemeden!..

Odada zaten beş kişiyiz. Ama aynı anda açılıyor kapı ve içeriye “sevgimizin ne kadar masum olduğuna şahit olarak” üç kişi daha giriyor; önde Genel Yayın Müdürümüz Kenan Akın… Ardında Yayın Koordinatörü Ünal Sakman ve Yazıişleri Müdürü Nuh Albayrak, nınınınııın!..
(Bilmeyenlere: Genel Yayın Müdürü, bir müessesenin patrondan sonra gelen adamıdır.)
Otuz saniye sonra bana;
“Köşende Sevgililer Günü’nden bahsetmemişsin. Senin öyle şeylerle ilgin yok galiba!..” Diyor, ve çıkıyor.
“Yav, diyorum Murat’a… Kenan Abi benim her günkü yazımı nasıl okuyabiliyor?”
“Onun herşeyden haberi olur, ben de anlamıyorum” diyor Murat…

Aslında müthiş bir sayfa hazırlamıştım güne özel…
Soruyorsunuz şimdi;;
“Eee… Nerde peki?..”
Bugünlük bu kadar yeter, vazgeçmezsem yarın anlatırım.

Bana gönderdiğin e-mailleri aldım. Şiirlerim konusunda haklısın. Bundan sonra şiirlerimi iyice gözden geçirip sana yollayacağım. İşte alttaki bunlardan ilki. Ancak bu noktaya getirebildim.

——————————————————–

Hoş bir an
Sakin, sessiz bir rüzgar esiyor gönlüme
Eskiler aklıma geliyor, yaşadıklarım…
Sonra, sen geliyorsun aklıma
Sonra sana beslediğim duygularım.
Bir yalnızlık acısı mı, bilemiyorum…
Yoksa bir sensizlik vakası mı,
Yoksa hüzünlü bir renk ahengi mi?
Çayımı yudumluyorum ağır ağır,
Aynı senin gibi içimi ısıtıyor.
Korkma, diyorum kendime. Korkma;
Dilediğin gibi haykır, bağır…
Bitsin beni çürüten bu kahır!
Bilmem nereye kadar sürer bendeki sabır?

Teşekkür
Şiirime köşende yer verdiğin için ne kadar teşekkür etsem az. Tam neşrinden ümidimi kestiğim anda gazetede görünce sevindim.
Henüz ortaokuldayken yazdığım ilk şiirimi babam Türkiye Gazetesi’ne göndermiş ve Bizim Sahife’de çıkmıştı. Şu an 29 yaşındayım. O günden bu Bosna’yla alakalı kaleme aldığım bir destanı ise arkadaşlarım benden habersiz TGRT FM’e fakslamışlar ve Oya Seymen tarafından okunmuş. Dinlemek nasip olmadı.
Hece ve kafiyeden vazgeçemediğim için, bir şiir üzerinde 5-10 sene uğraştığım oluyor. Bazen kendi kendime kızıyorum; dünyanın en zor işi olan şiire seve seve bulaştım diye. Resim ve şiirle de uğraştığım için, şiirin ne denli müşkül olduğunu biliyorum. Yahya Kemal’in, “Bugün ne yaptın üstad?” Diye soran dostuna;
“Sabah bir virgül koydum, akşam kaldırdım!” Diye verdiği nükteli cevap, aslında bir şiir işçisinin çilesini terennüm ediyor.
Kıymetleri benim için kendinden menkul şairlerin cirit attığı… Şiir kitaplarının yok sattığı(!) Türkçenin tüyleri yolunmuş tavus kuşuna döndüğü… Kâmusun ferinin söndüğü… Serbest nazım altında, şiir güzelinin, o zarif ve mevzun uzuvlarının budandığı… Kafiyelerin mumla arandığı… Dizelerin dizlerini dövdüğü… Ozanların ağız dolusu sövdüğü bu memlekette hâlâ şiirle iştigal etmenin akıl kârı olup olmadığını düşünür, işin içinden çıkamam bir türlü.
Kaç gece uykusuz kaldığımı bir Allah, bir de batasıca şiirler bilir! Sana o şiiri gönderdiğim gün, saatler 04.00’ü gösterirken fırladım yataktan. Namazın ardından düştüm yola. Büroya gelip bilgisayardaki şiir dosyamı açtım. Sigaramın dumanıyla birlikte yüreğimin feryadı yükseliyordu. Neden sonra elektronik postayla sana ulaştırmaya karar verdim şiirimi. Neşrettiğin için şiirler kere teşekkürler ve Allahü teâlâdan seni ve beni (ve bütün okuyucularını) şehitlik mertebesine kavuşturmasını niyaz ederim. Bu delinin duası ya tez kabul olursa diye endişe etme! Şehitlik isteyenin ömrü uzarmış…
Mehmet Şensöz / 8 Şubat 2000
Şiir bazen kahve içer, yazın müthişti!

Vuruldu turnam
Güneşe kanat çırparken,
Yoruldu, yoruldu turnam…
Zâlim avcı göz kırparken,
Vuruldu, vuruldu turnam.(1990)

Stop
Muammer Erkul
16 Şubat 2000 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir