Panik atak’tan bahsediyoruz ya iki gündür. Sanki aynı kara buluttan yağmur boşanması, yahut dolu dökülmesi gibi; fobilerle de "ikiz kardeş" gibi panik ataklar, iç içe… Tipik örnekler istiyorsanız buyurun:
Hastane yakınlarından uzaklaşmak korkusu… Asansör, tünel, vasıta korkusu… İnsan (aralarında kaybolma, saldırılma, aldatılma) korkusu (veya bunların güdümündeki ataklar)… Tanıdık-yakın kayıplarıyla nükseden; benzer ölüm korkusu… Depremlerin ardından gelişen; içinde bulunduğu binanın yıkılıyor olma korkusu… (Bariz örnektir) Ebru Gündeş’de görülen beyin kanaması ardından ani ve akıl almaz bir tırmanış gösteren beyin kanaması geçiriyor olma paniği-korkusu…
Göğüste sıkışma, el, kol, bacak, ayak, yüz, dudak uyuşmaları, nefes alma düzensizliği, çarpıntı, yorgunluk, isteksizlik (ve neredeyse kişi sayısı çeşidinde belirtiyle) kalp krizi geçirme paniği-korkusu…
Denizde bulunma, hava kirliliği, radyasyon, savaş korkusu… Acil durumlar için doktorun verdiği bir ilacın, yanında bulunmadığını farketme korkusu-paniği… Birinin dokunduğu yere dokunma, yiyeceklerden zehirlenme, tetanos olma korkusu… Yanında su taşımazsa yediklerinin boğazına takılıp onu boğacağı korkusu…
Size, çok değişik olan; (kendisi yıllar evvel başka hastalıktan vefat etti) bir akrabamdaki kuduz olma korkusunu örnek vereyim… Kudurma hallerinin görüleceğini sandığı geceler bir odada tek başına yattığını; kudurunca sudan korkacağı için, yakınına koyduğu sudan "her korkmayışında" ancak rahatladığını… (Bu konuda doktora gitmediği halde) Uzak bir köydeki ihtiyar bir çoban-hekime dilinin altını ilaçlattığını (yaktırdığını) söylemişti… Sormuştum; kedi-köpek filan ısırdı mı seni, diye. Isırmadı, demişti… Yani ısırılmadığı, buna dikkat ettiği, hayvanlardan da korkmadığı halde; rahmetli, hayatının sonuna kadar bu korkuyu çekmiş, zaman zaman "kuduruyor olma" nöbetleri yaşamıştı. Normalde bu paniğini konuşuyor, korkusunun anlamsızlığını açıkça anlatıyordu da; "ama bazen korku geliyor işte, sebebini bilmiyorum" diyordu…
Bir kaç insan daha tanıdım ki yıllarını, milyarlarını tükettiler; hep "temiz" çıktı tahlilleri. Olmayan hastalıkları ararken, diğer ihtimale hiç yaklaşmadılar; "şikayetlerim şunlar, bana yol gösterin" diyemediler. Halbuki bu en kolayı, en ucuzuydu. Bir kaç ayda hastalıklarını artık hatırlamayacaklardı belki de.
Bu direnmenin sebeplerinden biri; hasta gururlu oluyor. Bu rahatsızlığı bir hastalık olarak kabul etmiyor, söylenenleri kabul etse bile "hafif" bellediğinden (özellikle de) kendine yakıştırmıyor. Kendi hastalığının adam gibi(!) bir hastalık olması lazım geldiğine inanıyor!.. Bir başka kısım hastalar ise çekinip, mahcup olduklarından; birilerini meşgul etmemeleri, boşa para harcamamaları lazım geldiğini düşünüyorlar… Diğer kısım ise korkuyor; altından başka bir şey, veya vehimlerinin gerçeği çıkarsa, diye ödleri koptuğundan şu anki hallerine rıza gösteriyorlar!..
Enteresan değil mi? Aslında bu haller de bu hastalığın delilleridir. Kendilerini kıstıran kendi beyinlerinin kendilerine bir oyunudur, ve her biri de (itiraf edemedikleri halde) birilerinin yardımına muhtaçtır…
Şimdi, bunca lafın ardından, (hakikaten haddim de olmayarak) bir tavsiyede bulunmak istiyorum:
Kendinizi bir TUZLUK olarak hissedin, ve içinizdeki tuzun her zaman akıcı kalmasını sağlayın!..
Bu teklif de belki günün birinde tuzluk çözümü, veya tuzluk tedavisi ismiyle kayıtlara geçer ve insanlara; kendilerini birer "tuzluk" olarak algılamalarını, ve kendi içlerindeki tuz-nem-pirinç oranını her zaman dengede tutmaya alışmaları tavsiye edilir…
………..
(NOT: Prof. Dr. Nevzat Tarhan beyefendinin, her Cuma TGRT’de hazırlayıp sunmuş olduğu DUYGULAR DÜŞÜNCELER programı ah keşke daha erken bir saatte olsaydı da, daha çok kişi istifade edebilseydi.)
Stop
Muammer Erkul
24 Ocak 2003 Cuma