Üç soru [07 Şubat 2000 Pazartesi]

Üç soru

Mum ışığındaki bilgisayar
Kağıt ve kalemim her dakika cebimde olsa da, günlerdir klavyemde gezinmedi parmaklarım… Merak edenler olmuş, sağolsunlar. Bunca günün en farklı tecrübesini ise şair arkadaşım Hasan Doğrusoy ile birlikte yaşadım; sokak çocuklarının arasında…
Carrefoure’un üst katında oturuyor ve kahve içiyorduk bir masada. Laf lafı açıyordu. Bir ara; “Beni, dedim… Bir ara götürür müsün oraya?..” “İstersen hemen şimdi götüreyim” dedi. O an ikimiz de masanın üzerinde bulunan eşyalarımızı toplamış ve ayağa kalkmıştık bile.

Dışarı çıktık. Ancak on dakikada arabayı bulup bastık Kozyatağı’ndan Yeldeğirmeni’ne. Duvarları kiremit rengine boyanmış olan eski yapı bir binanın bahçesine girdik. Orası, işte onların mekanıydı. Sokak çocuklarının… Belki bir gün onların duygularını da anlatırım sizlere, daha doğrusu anlatmaya çaba gösteririm… Sevgilerini, kucaklaşmalarını birbirleriyle; ama öfkelerini de…
Tiner çeken, bali koklayan çocukları barındıran bu çatı altında, cebimde bulduğum bir şeker için en güzel, en saygılı “teşekkür ederim”i duyduğumu da…

Mum atölyesinde çalışıp üreten çocukları anlatırım bir de.
Ve onlardan satın aldığım mumları, ama onların da bana hediye verdiklerini anlatırım bir gün…
Anlatırım günün birinde.

Şu sıkışık zamanımda, şu koskocaman mumun aydınlığında bilgisayarımda yazdığım şu yazıyı bitireyim de hele bir; Bir ara anlatırım sizlere sokak çocuklarını… Söz!

Bir zamanlar bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi: “Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı; kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, girdiğim her işi başarırdım.”
Aklına böyle bir fikir düşünce, krallığın dört bir yanına kim kendisine her iş için en uygun vakti, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse ona büyük bir mükafat vereceğini ilan etti.

Bilgeler kralın huzurunda toplandı, fakat sorulara verdikleri cevaplar birbirinden tamamen farklı çıktı.
İlk soruya cevap olarak; kimileri “her hareketin doğru vaktini bilmek” için önceden günlerin, ayların, yılların yer aldığı bir takvim hazırlamak ve sıkı sıkıya buna uyarak yaşamak gerektiğini söylediler. “Ancak böylece her şey tam zamanında yapılabilir” dediler. Diğerleri ise her hareketin doğru vaktine önceden karar verilemeyeceğini, kişinin kendisini boş eğlencelere kaptırmayıp, hep daha önce olmuş olayları izleyerek lüzumlusunu yapabileceğini iddia ettiler.
Başka bilginler de, kral neler olup bittiğine ne kadar dikkat ederse etsin, tek bir kişinin her hareket için en uygun vakte karar vermesinin imkansız olduğunu; kralın, her şeyin en uygun vaktini tespitte ona yardım edecek bir bilge kişiler konseyi kurması gerektiğini söylediler.
Fakat bu defa da başka bilginler; “Bir konseyin önünde beklemesi imkansız bazı şeyler vardır, bu işlerin yapılıp yapılmayacağına ancak tek bir kişi anında karar verebilir” dediler.
“Buna karar vermek içinse neler olacağını önceden bilmek gerekir. Neler olacağını önceden bilenler de yalnızca sihirbazlardır. Dolayısıyla her hareketin doğru vaktini bilmek isteyen, sihirbazlara danışmalıdır.”
İkinci soruya da aynı şekilde türlü türlü cevaplar geldi. Kralın en “fazla ihtiyaç duyduğu, en gerekli kişiler” bazılarına göre danışmanlar; bazılarına göre papazlar; bir kısmına göre hekimler; daha başka bir kısmına göre ise savaşçılardı.
Üçüncü soruya, yani “en önemli işin ne olduğu” konusuna gelince; bazıları dünyadaki en önemli şeyin bilim olduğunu söyledi. Bir kısmı savaşta ustalaşmak; daha başkaları da dinî ibadet dediler.
Bütün cevaplar birbirinden farklı çıkınca, kral bunların hiçbirisini kabul etmeyip hiç kimseye de ödül vermedi. Ama hâlâ doğru cevapları aradığı için, bilgeliğiyle ünlü bir münzeviye danışmaya karar verdi. Münzevi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşar, yanınaysa sade halktan başkasını kabul etmezdi. Bu yüzden kral üstüne sıradan elbiseler giyerek kendisini halktan biri gibi göstermeye çalışarak yola düştü.
Münzevinin kovuğuna yaklaştıklarında atından indi ve muhafızını da geride bırakıp yola devam etti.

Kral yaklaşırken münzevi, kovuğunun önüne çiçek tarhları kazıyordu. Geleni gördü, selamlayıp kazmaya devam etti.
Münzevi mecalsiz ve zayıf birisiydi; küreğini toprağa her sokuşunda bir parçacık toprak çıkarıyor, soluk soluğa kalıyordu.
Kral yanına gelip şöyle dedi.
“Ey bilge münzevi, size üç sorunun cevabını almak için geldim: Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim?
En fazla muhtaç olduğum, dolayısıyla diğerlerinden fazla ilgi göstermem gereken insanlar kimdir?
En önemli ve her şeyden önce kendimi vereceğim işler nelerdir?”

Münzevi, kralı dinledi, ama cevap vermedi. Avuçlarına tükürüp kazmaya devam etti.
“Yoruldunuz” dedi kral. “ Küreği bana verin de biraz dinlenin.”
Münzevi; “Sağolun” diyerek küreği krala verdi, yere oturdu. Kral iki tarh kazdıktan sonra durup sorularını tekrarladı. Münzevi yine cevap vermeden ayağa kalktı, elini küreğe uzattı ve;
“Biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım.” Dedi. Fakat kral küreği ona vermeyip kazmaya devam etti. Bir saat geçti, bir saat daha… Güneş, ağaçların ardından batmaya başladı. Sonunda kral küreği toprağa saplayarak konuştu:
“Ey bilge kişi… Senin yanına sorularıma bir cevap bulmak için geldim. Eğer cevap vermeyeceksen, söyle de evime gideyim”.
Münzevi; “Buraya koşarak birisi geliyor, dedi. Bakalım kimmiş?” Kral da arkasını döndüğünde bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini ve karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızdığını gördü. Yaralı adam onların yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi, sonra da bayılıp yere düştü.

Kral ve münzevi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral yarayı elinden geldiğince yıkadı, mendiliyle ve münzevinin havlusuyla sardı. En sonunda kan durdu, adam kendisine gelince içecek bir şey istedi.
Kral dereden taze su getirip ona verdi. Bu arada akşam olmuş hava soğumuştu. Kral, münzevinin de yardımıyla yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı.
Kral koşuşturmaktan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğe çöktü ve uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti. Sabah uyanınca nerede olduğunu, yatakta uzanmış, şaşkın gözlerle ve dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu uzun süre hatırlayamadı.

Kralın uyandığını ve kendisine baktığını gören adam;
“Beni affedin” dedi, zayıf bir sesle.
Kral; “Sizi tanımıyorum, üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki” dedi.
“Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum, dedi yataktaki adam…
Ben, kardeşini astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza münzeviyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de sizi arayıp bulmak için pusuya yattığım yerden çıkınca muhafızlarınıza rastladım, beni tanıyıp yaraladılar. Onlardan kaçtım, fakat yaramdan çok kan akıyordu. Yaramı sarmasaydınız kan kaybından ölürdüm.
Ben sizi öldürmek istedim, siz ise hayatımı kurtardınız. Eğer yaşarsam şimdiden sonra en sadık köleniz olup size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi emredeceğim.
Affedin beni.”
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu; onu affetmekle kalmayıp uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını söyledi. Ayrıca mallarını iade edeceğine de söz verdi.

Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıkıp münzeviyi aradı. Gitmeden önce, sormuş olduğu sorulara cevap vermesini bir kez daha rica etmek istiyordu.
Münzevi dışarıda, bir gün önce kazmış oldukları tarhlara çiçek tohumları ekmekteydi.
Kral ona yaklaştı ve şöyle dedi:
“Sorularıma cevap vermeniz için size son defa yalvarıyorum!..”
Yorgun dizlerinin üstünde çömelmiş olan münzevi, gözlerini kaldırıp krala baktı ve;
“Cevabınızı aldınız ya” dedi.
“Nasıl aldım? Ne demek istiyorsunuz?” Diye sordu kral.
“Anlayamıyorsunuz” diye cevapladı münzevi. “Dün eğer benim dermansızlığıma acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, gidecek ve şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Ve yanımda kalmadığınıza pişman olacaktınız. Yani en önemli vakit, tarhları kazdığınız vakitti. En önemli kişi bendim ve en önemli işiniz bana iyilik yapmaktı.
Daha sonra bu adam yanımıza koşarak geldiğinde, en önemli vakit onunla ilgilendiğiniz vakitti, çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla en önemli kişi oydu, en önemli iş de onun için yaptıklarınızdı.

Bundan sonra şu gerçeği unutmayın:
Tek önemli vakit vardır. İçinde bulunduğunuz an.
O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir…
En önemli kişi; kiminle beraberseniz odur. Zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez…
Ve en önemli iş; iyilik yapmaktır. Çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin en önemli sebebi budur.”
Tolstoy-İnsan Ne İle Yaşar?
(Bize Ayla Öztopal gönderdi)

———————————————————

Rüzgar Gülü
önümden çekilirsen İstanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim
sisler utanacak eğilecek
ağzının ucundan öpeceğim
saçına kalbimi takacağım
avcunda bir şiir büyüyecek
nerede olduğumu bileceğim
bu çıplak geceler yok mu
bu plak böyle ağlamıyor mu
camları kırmak işten değil
delirecek miyim neyim
kirpiklerimden mısra dökülüyor
kenya’da simsiyah yalnızım
yoksul bir şilepte gemiciyim
malezya’da yük bekliyorum
önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim
gözlerini söndürme muhtacım
ben senin aydınlığına muhtacım
yepyeni bir ilkbahar harcayıp
bir yaz boğup bir sonbahar harcayıp
rüzgar gülünü arayacağım
oran’da pernanbouc’ta tombuktu’da
vinçler yine akşamları indirecekler
yine karanlığa bulaşacağım
gözlerin rüzgarda savrulacak
ikimiz iki sap buğday olsak
sen benim olsan ben senin olsam
bir gece vakti aklına gelsem
uykunu tutsam bırakmasam
seni kucaklasam kucaklasam
birbirimizin kalbini dinlesek
dünyanın kalbini dinlesek
büyük ateşler yaksalar
iki güvercin uçursalar
nerede olduğumuzu bilsek
Attila İlhan

Stop
Muammer Erkul
07 Şubat 2000 Pazartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir