Ya kocakarı olsaydım! ((Kırkpınar’ı ihbar!)) [02 Temmuz 2006 Pazar]

Öyle ayırmışlardı ki biz çocukken her şeyi; ya siyahtır ya beyaz, ortası yok!
“Batı bilimi” adıyla ambalajlanıp önümüze konmuş olanların haricindeki her şeyin adı; hurafe veya kocakarı hesabıydı o zamanlarda… Bu ifadenin neleri ve nereleri içine aldığını varın siz hesap edin…
Takvim sayfalarına eklenen satırları yıllar yılı gördüğüm halde ve bunlara sadece gülüp geçmeye alıştırıldığımız için, uyanmam zaman aldı… Bir gün, yaşlı bir laz amca, denize uzak bir ilçede iş kurmuş evlatlarının dükkanında… Patlamış havadan kaçıp, saçağının altına sığındığımız zaman demişti ki:
“Bizim orda bütün tekneler, kayıklar bağlıdır bugün… Hava bozsa da bağlıdır, bozmasa da… Her senenin bugünü hiç kimse açılmaz denize!”

Bazı okul törenlerinde neden ıslanmıştık hep ve çocuklar neden ıslanmaktaydı her sene? Her yıl mecburen aynı tarihte gittiğimiz devremülklerimizin kaçıncı günlerinde havanın sıcak veya soğuk-yağışlı olacağını nasıl öğrenmiştik?..
Benzeri birçok fotoğrafı yan yana getirince koca bir resim açılıyordu zihnimde…
Bizim “kocakarı”ların aynı yollarla tuttuğu takvimler “kaka” idi de; neden İstanbul’da gömülmüş birkaç İngiliz ölü için özel getirilmiş mezarlık bekçileri; bağlı çalıştıkları İngiltere’deki merkezlere, düzenli olarak hava gözlem raporlarını niye göndermişti, hem de Çanakkale Savaşları (ve yani İstanbul’un işgali) öncesine kadar?..

 

Ben kocakarı olsaydım ne yapardı millet?..
Çenemden duramazdınız. Binlerce yılın içinde iyi ve güzele dair ne bulursam getirip koyardım önünüze… Zamanın/tarihin; kırılmış bir peynir kalıbı (gibi) olmadığını ve büyük kısmının rutubetli ambarlarda farelere terk edilmemesi gerektiğini yazardım bütün duvarlara…
Sizler, takvim sayfalarındaki satırlara göz atın yine de ve ninelerinizin tembihlerini iyi dinleyin…
BEN BİR İHBARDA (suç duyurusunda) BULUNACAĞIM!

Malum, bugün Edirne Sarayiçi ana baba günü… Bir kaplumbağa süratiyle hareket etmeye çalışan ve tepelerine yumurta kırsan pişecek olan pehlivanlar güneş altında kapışmaya çalışıyor, her sene olduğu gibi…
Öyle bir yer ki orası; kapalı (yani gölge düşürülmüş) tribünlerde bile baygınlık geçirenler oluyor… Yaşı ilerleyen güreş hastaları o saatte Kırkpınar’a gidemiyor… O saat hangi saat? Uzmanların “sakın ola güneş altında durmayın, yoksa beyniniz pişer” diye tembihlerde bulunduğu saat… Ve üstelik yılın en uzun, en kurak, en sıcak, en bunaltıcı, en zor günleri!..
Zerre abartmıyorum, her sene aynısı oluyor. Sonra da “güreşçiler ağır davranıyor, izlemeye kimse gelmiyor” diye konuşuyor insanlar ekran karşısında…
Bir gün dedim ki bilen birine:
“Osmanlı böyle acayiplikler yapmaz ama nasıl oluyor da Kırkpınar güreşleri hem de 650 senedir bu sıcaklarda ve öğle saatinde yapılıyor?..”
Ne işittim biliyor musunuz?
“Her zaman böyle değildi ki… Sonradan aldılar bu günlere!..”

Ben de düşündüm ki; madem bir kere değiştirmiş ve değiştirilebilir olduğunu göstermişler insanlara, belki yine değiştirir ve hem pehlivanlara ve hem de güreş sevdalılarına zulmetmekten vazgeçerler!..
Bu yazıyı işte bunun için yazdım.
Bir de, belki okuyanlar da biraz parmaklarını-çenelerini oynatıp sağa sola şikayet etmeyi akıl ederler diye…

Stop
Muammer Erkul
02 Temmuz 2006 Pazar

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir