Yazmak ama neden? [17 Ocak 2008 Perşembe]

Tuhaf bir uğraştır; öteki beriki durmadan konuşur, düzeltir, kurtarırken, sen oturup yazarsın… Peteklerin dolduysa, sağılmak istersin… Balın acıdır ya da tatlı… Önemli olan hangi çiçekten polen topladığın değil, yazdığının zehir mi yoksa bal mı olduğudur… Çünkü ortaya koyduğun seni gösterir; zararlı mısın, yoksa faydalı mı? Zehrini akıtan bunca ziyankârın arasında bal mı sağılırsın, baldıran mı satarsın?
Yazdığınca ölçülür biçilir, yaşamak denen ince yola manalar kattığınca değerlendirilir, eleştirilirsin. Bazen -iyi ya da kötü- eleştirilmek müthiş haz verir. Bazense o kadar hassas ve kırılganlaşırsın ki, yazdığına da yazacağına da bin pişman olursun. Ama bir istikamette yazıyorsan, döner dolaşır, kürkünü yine yazı dükkânına atarsın.
Pek çok insan içindeki ince hisleri açığa vurabilmek için yazar. Yine pek çoğu kendini sadece kalemle ifade edebildiği için bu yolu dener… Ve yine pek çoğu da yazmaktan başka yolu olmadığını bilir… Hisleriyle, fikirleriyle yazar, kendini de dünyayı da yazarak kurtaracağı kanaatine inanmıştır. Çünkü yazmak, sadece gönlü hoş eden, duyguları fâş eden bir eğlence değil, aynı zamanda insana bahşedilmiş bir hediyedir.
…..
Şiir yazılır ve biter. Yazıldıktan sonra şaire ait değildir. Ama yazılana kadar şairin iflahını söker. Yazıldıktan sonra toprağa düşmüş bir tohum gibidir. Artık ağaca ait değildir. Toprağındır. Ama bir tohum, meyvesinin içinde kuruyup, böceklerin istilasını yaşadıktan, yağmurun çürüğünü, rüzgârın keskinliğini yedikten sonra, tohum olana kadar ağacın ne çektiğini bilir. Hem de iyi bilir! Nasıl ki minnacık bir tohum tanesinin içinde koskoca bir çınarın ilmi saklıysa; iki satırlık bir cümlede de işte öyle; yazarın ilmi saklıdır.
Yazmak ama neden diyenler…
Toprağı gülşen eyleyen, cins dallardan düşen cins tohumlardır.
Toprak, daima tohum bekler; yazmak işte bundandır…

Buraya, bir kısmını www.habernews.com adresinden aldığım, yukarıdaki işte şu yazıyı görünce, gözümde yıllaar öncesi canlanır: Gelen binlerce mektup arasından birini daha açmışımdır… Onu da ciddiye alıp yazdıklarını okumuşumdur… İçimdeki sesi dinleyip verdiği numarayı aramışımdır… Uzaklardadır aradığım yer, o yıllarda henüz görmediğim Artvin’de. Uzun uzun beklemişimdir aradığım kişiyi… Sonunda, sanki telefonun içindeki deliğe gözünü dayayacak kadar meraklı, ama yabancılarla konuşmakta acemi olan bir çocuk gelir koşarak telefona; buyurun, der nefes nefese. Sorarım onun; Hatice Bayramoğlu olup olmadığını. O; evet, der pürdikkat ve susar… Ben ismimi söylerim… Derin bir boşluk belirir kablolarda, memleketin bir ucundaaan bir ucuna… Kendimi hatırlatmaya çalışarak;
“Ben, Türkiye Gazetesi’nden…” derken ipler mi kopar, yaylar mı boşanır, kayalar mı yuvarlanır bilmem ama işte öyle bir şeyler olur… Öyle bir haykırış kopar ve dalga dalga öyle bir uzayıp gider ki; ta Çoruh Nehrinin ardından, Borçka’nın sırtından yükselen dağlara çarparak gelir de bu ses, ben telefondan yankısını duyarım!
O Trapen’li kız çocuğu büyür bunca sene içinde. Okur, okur, okur tabii ki, bazen de yazar. Ama söz dinler, peki der… 12 sene sonra Türkiye Çocuk Dergisi’ndeki konu metinlerini yazmaktadır ve 13’üncü senede Yeşilay Dergisi’nde çalışmaktadır… Ara sıra da böyle yazılar yazmaktadır; “yazmak ama, neden” diyenler için… Der ki yazısında;
“Toprağı gülşen eyleyen, cins dallardan düşen cins tohumlardır.
Toprak, daima tohum bekler;
Yazmak işte bundandır…”

Hatice’min bildiği güzellik; kendi yazısında anlattığı kadardır…
Benim bildiğim güzellik ise; bu yazıda anlattığım kadar… Hayır, anlatamadığım kadardır!..
 

Stop
Muammer Erkul
17 Ocak 2008 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir