Yusuf(!) [27 Mart 2002 Çarşamba]

Her meydanda sayısız yusufçuklar olsa da,
Her meydan kendi nabzı gibi bir Yusuf bekler!

……….

Karındaşı öyle bir elense çekti ki Yusuf’a; gözlerinde şimşekler çaktı… İşte o an ilk önce, bir yumruk patlatmak geldi içinden suratının tam ortasına… Sonra çayırı bırakmak, dönüp gitmek geldi… Dönüp eve gitmek, ve ağlayarak derdini anlatmak geldi içinden!..
Halbuki babası seyretmekteydi gizliden gizliye onları… Güreştiklerini gördükçe "kızıyor gibi" yapsa da, tarlanın işi kolaylanır kolaylanmaz bir bahaneyle ortalıktan kayboluyordu!..
Eğer Yusuf "bırakabilseydi" güreşmeyi; orda, Deliorman çayırlarında bırakırdı!.. Burnu yerde otları dişlemeseydi Yusuf, hırslanmasaydı; binlerce orman delisinin toplanacağı pazar yerlerinde, panayırlarda, hele hele sultanların huzurunda önüne gelene çayır dişlettirebilir miydi?.. 

Anacığı çıkışırdı hep Yusuf’un babasına;
"Köyün ne kadar kocaoğlanı varsa önlerine atıyorsun oğlumu, ezilecek yavrucuğum!.."
"Seslenme hanıım, derdi hep babası… Ve benim, gizliden gizliye onları seyrettiğimi sakın söyleme. Arkalanmasın! Kıspet zenbilini babası taşıyan kaç oğulcuk güreşçi olmuş?.. Bizim çocuklar sözde bizi uyuttuktan sonra yataktan kalkıp, ay ışığında çayırlara kaçıyor, maşallah… İşte pehlivan böyle olunur hanıım; ses etme sen… Zenbilini kendi taşımayan çocuk, pehlivan mı olurmuş?.. Sen dualarını oku peşlerinden, gerisine karışma. Bunlar, ikinci çayırdan dönmeyecek inşallah…" 

Yusuf, eğer bırakabilecek olsaydı; orda, kendi kardeş ve arkadaşlarıyla boğuşurken "bırakıverirdi" güreşmeyi… İlk çayırda dişini sıkmasaydı, son çayırda dişlerini sıkıyor olmazdı rakipleri!.. İlk çayırdan eve kaçsaydı gözyaşları içinde; her seferinde daha da azgınlaşan rakiplerle dolu meydanlarda, hep o baba ocağını, ana kucağını düşleyecek, ve düşecekti sırtüstü!..
"Oooydabreeehhh!.."
Şırrrakt, diye bir elense daha yapıştı ense köküne. Tam dalıp kaldığı andı ve toparlanamadan öyle de bir tırpan geldi ki sol ayak bileğinin dışına; devrilmemek için saksağan gibi sekip bir leylek gibi çekerken bacağının birini, can havliyle haykırdı;
"Bre vicdansız biraderim, böyle de vurulur mu kanından kan, canından can taşıyana?.."
"Benden yediklerin, başkalarından yiyeceklerinin en hafifidir Yusuuf!.. Er meydanına canı tatlı çocuklar çıkmaz… Ya öküzünün veya kıspetinin peşine takılacaksın!.. Ama kendi kardeşinin elense ve tırpanlarına dayanamazsan, gavuristan güreşçilerinin domuz boyunduruklarına nasıl karşı koyarsın?.. 

Yusuf henüz "koca" Yusuf değildi… Ama Yusuf, koca koca meydanlara soyunmuştu; meydanların kocamanlığını bilmeden… Ama öğrenecekti yakında; işte "bu" koca meydanlarla "bu" koca rakipler "KOCA YUSUF" yapacaktı, Yusuf’çuğu!
Ansızın, sıcacık bir şeyler dolanınca damarlarında, açıp kollarını, kardeşine sevgiyle sarılmak için… Tek paçayı kapıverdi kardeşi demir pençesiyle, ve bir yandan göğsünden yüklenirken çengeli takınca ayağına; ya yer yukarı, veya ay aşağı doğru çekiliverdi "gümmp" diye!…
"-Allahhhh!.."
Birinin çenesi diğerinin dudağına, birinin kanı diğerinin terine karıştı…
"Görebildin mi bey, diye fısıldadı perdenin arasından bakan anacığı. Hangisiydi altta kalan?.." Duymadı bile babası.
"Şu karanlıkta güreşen Yusuf’umun, aydınlık ve büyüüük meydanlarda temennâ çaktığını görüyorum" diye düşünüyordu çünkü… Dördü de diğerlerinin gözünde parlayan birer damla yaştan habersizdi.
Ve bu karanlık gecede, Yusuf’un sırtının böyle yere geldiğini hiçbir kitap yazmadı!..

Stop
Muammer Erkul
27 Mart 2002 Çarşamba

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir