Kırmızı fesli kâtip, Küçüksu mesîresi ve mısır kazanları

 

 

Her çocuk bir şehirde büyümüştür ve her şehrin de kendine has hatıraları vardır, başka yerlerde olmayan…

Büyürken bunun farkına varmazsınız. Sanırısınız ki, dünyanın her yanı birdir…

Hâlbuki değil;

O şehri “o şehir” ve bizi “bu biz” yapan, işte bu özelliklerdir…

 

 

Nerede bir denize baksam; karşı yakayı… Ve uzakta, sahilde, silik bir beyazlık halinde Tarabya Oteli’ni göreceğimi sanırım… Bana doğru esen bütün rüzgârlar, burnuma Sarıyer’in kokusunu getirir… Deniz ve gök mavisinin arasında her zaman Emirgân Korusu’nun yeşilliğini görmek isterim…

İnsan denen küçük mahlûk; büyürken kendi resimlerini görür, kendi kokularını bilir, kendi renklerini seçer, kendi rüzgârlarını tanır ve bir daha her yerde ve her zaman onların hasretini duyar, her nereye giderse gitsin!

Denizin bile her yerde farklı kokuları olduğunu biliyor muydunuz?

Körlerin bile kendi vatanının kokusunu bildiğini duymuş muydunuz? 

…..

İnsan böyle anlarda sanki farklı diyarlara gidiyor da; yazısını yazarken içinde bulunduğu yere bile “hasret yazıları” yazıyor; belki de, uzakta geçirilmiş zamanları hatırlayarak!

Şu anda bir kuş gibi içim…

Yukarıdan bakıyorum; nereye konsam, diye!

Çünkü ayaklarımın değdiği yerde hikâye başlayacak…

 

 

 

Küçüksu ve Göksu derelerinin arasındaki çayır, tarihî mesire yerlerimizden biri…

Eski fotoğraflara bakıyorum; ince kayıklarla gezen, tüller ardındaki şemsiyeli kızlar… Onlara birkaç metre yakından geçmeyi bile hüner sayan burma bıyıklı delikanlılar… Kızlardan birinin düşürdüğü işlemeli mendil… Az sonra onu koklayıp iç çeken bordo fesli bir kâtip!

Kâtip?..

İlk defa lügate bakmak geldi hatırıma. Diyor ki “Kâtib” için: “Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı…”

Biz o zamanda yaşamış olsaydık, adımız kâtip mi olacaktı? Başımızda şöyle kaşımıza doğru yanaşmış kırmızı fes ve üzerimizde setre…

“Kâtibimin setresi uzun, eteği çamur…”

 

Çoğu kimse “çapkın” anlamı çıkarır değil mi “katip” kelimesinden? Ya da yine bu ifadeden; yazan kimselerin eskiden çok rağbet gördüğü, sonucu çıkar…

Öyle ya, o zamanın kızları; computer kelimesini işitmemiş, yazılım uzmanı nedir bilmiyor, borsacı hiç duymamış, tekstil mühendisi nedir bîhaber… Görüp görecekleri; sinekli bakkalın çırağı ile oduncu dayının küfecisi… E onların yanında, başına giyecek kırmızı bir fes uydurmuş, benim gibi bir “yazıcı” görürlerse, hele bu kâtip bir devlet kapısına dayamış ise sırtını, ne âlâ; işlemeli mendiller şıppadanak düşüveriyor yere…

Mmmmh, ohh!.. Ne de güzel beyaz sabun kokuyor bu mendiller. Hem de hayret ki gecede üç yüz kere reklâmını izlediğimiz deterjanlarla yıkanmadıkları halde!

 

 

Her ne kadar kâtip taklidi yapsam da, bu yazıda ben; Göksu köprüsünün kenarında balık yakalamaya çalışan sümüklü çocuğum… Sümüklü veya kolunun yenleri ışıltılı! Gözlerim, cam tabakaları halinde hareket eden şeffaf suyun dibinde birer manda gibi yatan koca kafalı balıklarda. Bu kaya balıklarının yarısı kafa yarısı kuyruk, kalanı da çorbalık! Tembel hayvanlar; sanki yemli oltayı ağızlarının içine düşürmen lazım. Yakalamak kolay da yerlerinden hareket ettirebilirsen!

Gözüm balıkta, misina tutan elim tetikte ama kulaklarım; piknikte!

Piknik, yani “picnic” te fırlama bir kelime dilimize… “Mesîre” ise; Seyredilecek. Gezilecek yer. Tenezzüh yani bağ ve bahçe gibi yerlerde gamı kederi dağıtmak için çıkma, gezme yeri, demekmiş…

Küçüksu çayırı ise, tarihimizin en meşhur mesîre yerlerinden biri… Onun için uzattım sözü.

 

 

Ben sanki tarihin dönüm noktasıydım; her ilginç şeyin, kuyruğunun ucunu gördüm!

Hem Küçüksu hem de Göksu köprülerinde durak vardı. Köprüyü geçince sağa sapardı otobüsler… Üsküdar istikametine giden yol sahildeki kasrın (sarayın) kenarından geçerek Küçüksu Köprüsü’ne ulaşır… Beykoz’a giden otobüslerse Küçüksu köprüsünden sağa kıvrılır, çayırın üstündeki o muhteşem ahşap köşkün arkasından dolaşır, Yenimahalle’ye sürtünerek geçer ve Göksu’ya kavuşurdu… Bu iki yol bütün çayırı çevrelemiş olurdu…

Bir gün bütün aile, otobüsten indik…

Dev ağaçların altında serili koca bir çayır ve meydan dolusu insan… Çayırın bittiği yerde deniz, diğer iki yanda iki dere… Denizin kenarında kocaman beyaz bir saray, derenin arkasında bir hisar ve denizin karşısında daha da büyük bir hisar…

O zamanlar tatil tek gün, yani günlerden Pazar olmalı…

Çünkü her yan insan…

 

 

Fes bilmem… Dantelli mendil ne işe yarar anlamam… Şunu isterim, diye tutturup ağlayacak yaştayım ama işin kötüsü; o da benim huyum değil!.. Bir şey alıp önüme koyarlarsa yiyen, almazlarsa bakıp bakıp yutkunan, alabros tıraşlı, kafası iri tipik bir oğlan çocuğuyum… Bilsem bilsem masallarda anlatılan; hani cadıların içine çocuk attığı kaynar kazanları bilirim… Ve işte, Küçüksu Çayırı’nda koca koca kazanlar!

Ben belki de son zamanını gördüm ama köprü montajı için dümdüz edilinceye kadar Küçüksu çayırında durmuştu o kara kazanların ocakları…

Üst yoldan sahile doğru sıra sıra beton yerler yapmışlar… Buralara (tıksan, içine üç beş çocuk sığacak) iri kazanlar oturtmuşlar, altındaki ateşe koca koca odunlar atmışlar… Ve kazanların içinde mısırlar kaynamakta…

Yaz günü… Deniz esintisi… Yüksek çınar ağaçlarının yaprak gölgeleri… Buharların içine uzun maşasını daldıran yakası paçası açık ve on gündür tıraş olmamış adam… Kaynayan kazandan çıkarılıp suyu silkelenen, maşanın ucundaki sarı mısır, bir demet yeşil mısır yaprağına yatırılıyor ve üzerine tuz dökülüyor…

Bu, nasıl bir lezzet?..

 

Birden, şu anda farkına varıyorum:

Lezzet; güzelliklerle anılan hatıralarda…

Kalacak isek birilerinin zihninde, belki de böyle kalmalı: Mısır yaprakları arasına yatırılmış bir sarı mısır koçanı gibi… Harş hurş soyulup, uzunlamasına bölünmüş, suyu akan, tuzlanmış bir hıyar gibi… Kendisine dokunan kimsenin şaşıracağı kadar sıcak, veya üzerindeki susamın kokusunu yayan çıtır bir simit gibi… Savrularak kar yağan sokaklardan kaçıp sığındığın kahvede önüne konan bir bardak çay veya kaynar salep gibi…

Yani sana bakanın veya seni okuyanın iştahı açılıyorsa bugün; canlar yarın yine seni isteyecek!

Ve yani; güzellikleri yazmak, güzellikleri göstermek lazım;

..çünkü kötülük zaten göstermekte kendini!

Öyle, değil mi?

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir