Kırk günde bir [1 Şubat 2000 Salı]

Kırk günde bir

Mahallede kırk ev vardı. Kırkında da insanlar yaşardı…Biz, bu kırk evin arasında; bahçe ve sokaklarında oynayan çocuklardık.

Mahallede kırk ev vardı.
Kırkından kırk çocuk, dökülürdük sokağa…
Kırk gün kırk gece bıraksalar, oynardık.

Bazen coşkumuzu tutamadığımız ve mahalleyi gürültüye boğduğumuz olmadı değil… Bazen ayağımızdan fırlayan topun, en de “çürük” cama çarptığı olmadı değil.
Bazen, tam da severken birbirimizi; yumruklaştığımız… Sonra da biribirimizin tozunu yıkadığımız, yarasını beresini sardığımız olmadı değil.
Ama bizler aslında birbirini seven, komşularını seven, mahallesini seven iyi çocuklardık.
Üzmek de istemezdik, üzülmek de.

Rengi mıymıya kaçan da vardı aramızdaa, haylaza çalan da…
Haşarılık tonunda olanımız da vardı elbettee, büyükten küçülmüş olanımız da…
Ama bizler; kırk evin bulunduğu mahallemizin sokaklarına fırlamış kırk civarında candık.
Mahallenin canıydık!

Hepimiz her gün birşeyler yapardık kuşkusuz…
Hepimiz iyi şeyler yapmaya çalışırdık elbette, elimizden kazayla iyi olmayanlar çıksa da!
Ama kırkımızın kırkı da aynı anda yapmazdı elbet iyi olmayanları.
Her birimize kırk günde bir ancak sıra gelirdi!

İşte o zaman…
Ancak o zaman diğer anne ve babalar, bizim anne ve babalarımızla “bizim hakkımızda” konuşurlardı;
Kırk günde bir!
Halbuki biz… Acaba biz otuzdokuz gün yaşamaz mıydık, yoksa yaşadığımız mı farkedilmezdi?..
Kafamız karışırdı buna!

Büyük bildiklerimizin her gün konuşacakları bir çocuk olurdu…
Büyük bildiklerimiz her gün bir ana babanın uyuyan öfkesine fitil sokardı, ucu tutuşmuş!..

Büyük bildiklerimiz bilmez miydi ki bizim bildiklerimizi?
Mahallede kırk ev olduğunu…
Kırkında da insanlar yaşadığını…
Bu kırk evden bahçe ve sokaklara, oynamak için çocukların döküldüğünü…
Bazen coşkumuzu tutamadığımızı, mahalleyi gürültüye boğduğumuzu… Bazen ayağımızdan fırlayan topun, en “çürük” cama çarptığını…
Bazen de tam severken birbirimizi; yumruklaştığımızı… Sonra da biribirimizin tozunu toprağını; yarasını beresini temizlediğimizi…
Ama bunların hiç birini de isteyerek yapmadığımızı bilmezler miydi?

Ve bilmezler miydi bizim aslında iyi çocuklar olduğumuzu?
Birbirimizi, mahallemizi ve mahallelilerimizi sevdiğimizi… Ve aslında hiçkimseyi üzmek istemediğimizi bilmezler miydi?
Öyleyse neden her kırk günde bir sıramız gelirdi bizim?
Acaba biz otuzdokuz gün yaşamaz mıydık, yoksa büyükler mi yaşadığımızı farketmezlerdi?..
Büyük bildiklerimiz bilmez miydi ki bizim bildiklerimizi?

Büyüklerin kaç doğruda kaç yanlış yaptığını bizler merak bile etmezdik!
Ama bize, her kırk günde bir gelirdi sıra!
İşte o zaman…
Ancak o zaman diğer anne ve babalar, bizim anne ve babalarımızla “bizim hakkımızda” konuşurlardı…
Kırk günde bir!

Halbuki biz…
Acaba biz, otuzdokuz gün yaşamaz mıydık…
Yoksa onlar mı yaşadığımızı farketmezlerdi?..

———————————————————

*Sizden Gelenler * Sizden Gelenler * Sizden Gelenler
İsmim Abdullah Daren, iki yıldır USA’dayım, okul için gelmiştim buraya. Türkiye’deyken televizyon muhabirliği de yapmıştım. Burda “Alışveriş” isminde, bütün Türklere ücretsiz dağıtılan bir dergi çıkartıyoruz. Bizden öncekiler sadece ticari düşünmüşler ama biz format değiştirip herkesin kendine ait bir şeyler bulabileceği ve bir sonraki sayıyı bekleyeceği bir dergi yapabilme çabasındayız.
Burda herkesin kendine ait televizyonları gazeteleri var ama Türklerin sahip olduğu tek yayın bu… Biz de inşaallah dergimizi aylıktan haftalığa geçirmeyi düşünüyoruz. Günü gelince gazete bile olabilir…
Yardım sözünüz ve yazılarınızı kullanma izni verdiğiniz için gerçekten çok sevindik. Eski sayılardan size göndereceğim, çünkü tavsiyelerinize ihtiyacımız var. Her gününüz bayram olsun.
…..
Programda olmayan bir güney yolculuğumuz oldu South Carolina’ya gitmem gerekti. Oradan size yazmak mümkün olmadı. Kaçırdığım yazıları bile ancak dönüşte ve arşivden okuyabildim.
Dergimiz tam istediğim gibi olamadı bu sayıda. Ama iyi olacak, iyi olacağız, iyi olacak herkes için… Sabırlıyız, güzel bir bebeğin doğacağını hissediyoruz ki, bunun için beklemeye değer. Zamanını beklemek gerekiyor bazı şeylerin sanırım. Meyvenin bile olgunlaşmasını beklemiyor muydum küçükken?..
Mektup yazma alışkanlığım maalesef olmadığı halde, Adana’daki İsra kardeşimiz için ben de bir mektup yazdım; kendini toparlamasının Amerika’dan bile önemsendiğini bildirmek için…
Bütün arzu ve dilekleriniz sizi kovalasınlar, sizler yorulmayın onlar yorulsunlar.
A. Daren A.

Sizin köşenizi hiçbir şey anlamasam da çok küçük yaşlarda okumaya başladım. Artık nihayet anlattıklarınızdan güzellikler yakalamaya basladım. Eğer yazılarınızdaki sıcaklığı, samimiyeti, dostluğu, abiliği ve bütün bunların yürekten olduğunu hissetmeseydim köşenizi bir anda terkederdim. Her zaman böyle değil midir?
Önünde sonunda, bir olan kalpler aynı yolda yüremeye başlıyor. O kalpler birbirlerinden çok uzak olsalar dahi…
En güzel sevgileri ve bu sevgilerin en güzel nasıl dile getirileceğini sizden öğrendim. Ve tabii ki dile getirirken korkmamayı da…
Kalbinde olan sevgilerini yazılarınla bizlere ulaştırmaya uğraşıyorsun. Seni seviyorum! Sizi seviyorum diyebiliyorsun. (Bunları bayramın üçüncü günü söylemiştiniz.) İnanıyorum ki o günden sonra sevgilerinizde hiçbir eksiklik olmamıştır. O halde bizlere yine söyleyin! Bizlere yine anlatın! Sesimi duyabiliyor musunuz. Sevmeyi anlatın bize, sevgilerin nasıl çoğalacağını…
Utku

( 28 Ocak 2000)
– Başına bir hal mi geldi, lastiğin falan mı patladı?
(… Kiltan, Almanya:)
– Hiçbirşey gelmedi. Hayırlı akşamlar.
– Sevindim… Uzun süre sessiz kalınca, merak etmiştim de!..
– Biraz rahat bırakayım dedim ve senin oltana takılan serseri balıkları düşündüm.
– Serseri balıkları anlayamadım…
– Şu senin oltana takılan balıklar (yazıdaki) var ya, ha işte onlar. Sen denizle haşir neşir olduğun zamanlar…
– Gerçek balıklar mı? Bir tane tutup eve koşuyor, çatala takıyor ve ocakta kızartıp yiyordum. Sonra bir tane daha tutmaya…
– Hah! İşte o serseri, acemi balıkları kastediyorum.
– Ben iyi balıkçıyım, öğrendim sonunda… Beşbuçuk yıl önce de bir tek mektup gelince duvarlarıma asıyordum!
– O mektuplara bakarak her gün güzel yazılar yazıyorsun demek.
– Zaten ben yazmıyorum ki (!), aktarıyorum…
– Bu kadar ders dolu yazılar, tek bir beynin işi değil zaten.
– Bir musluk; suyun kendisinden geldiğini sanıyorsa ya aptaldır veya kör! Bir asker, sultanını unutup gücü kendinde biliyorsa, daha beter!..
– Sen o suyun kaynağına ve gücü verene bakmaya devam et. Hayırlı cumalar. Seni kızdırdıysam hakkını helal et.
– Yooo, bazen insanlar çok inandığım şeyleri söylerken beni sert buluyor. Sertlik değil bu kararlılık, inanç. O söylediğim doğru. Yayınlarım bile… Helal olsun, sen de hakkını helal et.

Stoplayanlar
Zinnet Akbulut- Ankara, Ali Kemal Gürpýnar-Ankara, Emre Taþova, Mehmet Ali Öztürk, Ferhat Uslu-Diyarbakır, Canan Cankız, Emine, Mustafa Karameşe, Mustafa Esen

Stop
Muammer Erkul
01 Şubat 2000 Salı

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir