(İnsan ancak, yaşı büyüdükçe “OLMAZ”larla tanışıyor!. Ben ancak, “ŞİMDİKİ AKLIMLA” inanamıyorum Mıkı’nın yaptıklarına. Yoksa, Mıkı varkenki idrakim için o kadar NORMALDİ ki gördüklerim!)
Annemle beraber, trenden inmiş ve üç kilometreden fazla yürümüş olmalıyız. Yol artık derenin kenarından gidiyor. Üzerinden at arabalarının rahatça geçtiği, kütüklerden yapılma köprüye varıyoruz. Geniş bahçenin tek girişi burası.
Meydanın hemen solundaki evin dar kenarını da görsek bile, bizden tarafta olan arka kısmı. Boydan boya sayanın (ahır) uzadığı ve çatısının neredeyse elimin değebileceği alçaklığa indiği yönü yani… Burda iki beygir, birkaç inek ve birkaç da koyun falan olmalı, şimdi hatırlamıyorum.
Köpekler havlıyor. Gün devrildiği halde bana garip gelen bir mavi aydınlık var havada…
Beş odalı evin iki kapısı da, çene hizamdan biraz yüksekteki “hayat”a açılıyor. İşte o taraftan öyle bir ay doğmuş ki; nah şöyle, şu kadar. Yufka açtıkları sofra kadar var!..
Işık önde olduğu için, evin bizim geldiğimiz yanı, yani köprü tarafı karanlık. Siyah çatıyı ve tam üst çizginin ortasında (çingene tuğlasıyla örülme) adam kalınlığındaki bacayı görüyorum. Hem de tam dolunayın önünde…
“Ama, o.. or.. orda… bi.. bir şey.. d.. da.. daha var!.. S.. sim.. siyah!..
Tam b.. ba.. bacanın yanında!..”
Annemin bir tarafına yapışıp hafiften arkasında kalıyorum…
“Korkma oğlum diyor, annem. Mıkı o…”
“Mıkı ne?..”
“Hasan dayının keçisi!..”
…..
Dayımın keçisi… İnsanların merdivenle bile çıkamadıkları çatının tepesinde… Gece yarısı!..
Derin muhabbetlerin sonuna doğru, irileşen gözlerini tavana kaldıran misafirleri sakinleştiriyor ev sahipleri;
“Korkmayın, diyorlar. Cin, peri falan değil… Mıkı geziniyor kiremitlerin üzerinde!..”
Mıkı koyunların arasında hiç yatmamış. Her gece koşup oynamış Zogu ve Zigo ile birlikte; onların havlamalarını mıkır mıkır cevaplayarak…
…..
Sabah oldu. Dayım toplayıp hepimizi, geçti çemberin ortasına;
“Mıkıııı, koş!..” dedi.
Çıkıp bir yerlerden koştu Mıkı, tıp tıp…
“Hoş geldin adamım, dedi dayım… Elden gel bakalım!..”
Dizini kıvırıp, ince bacağını uzatmaya çalıştı, dayım hafifçe dokunduğunda.
“Afferin sana. Şeker ister misin?..”
“Mıkıkıkeee!..”
“Öl bakalım öyleyse!..”
Attı kendini yere. Ama dayım nazlanıyordu.
“Olmadı Mıkııı!.. Öyle de ölünür mü canım, kafa havada?.. Kalk ayağa, yeniden yap şimdi…
Öl Mıkı… Hadi, öl Mıkı!..”
…..
Önce dizlerini koydu yere, sonra oturdu, sonra omzunu dayadı toprağa, sonra boynunu uzattı ölü gibi…
Sadece dayıma bakan gözleri kıpırdıyordu bu arada. Her halde şekeri kolluyordu…
Çocuklardan biri öksürdü ansızın, nefes almayı unuttuğu için!..
En komiği ise ağzında çevire çevire Mıkı’nın şeker yemesiydi.
Büyük dayımın kızı;
“Dokunmak ister misin Mıkı’ya?” diye sorunca kafamı sallıyordum korka korka. Ama ben cesaretimi toplayıncaya kadar sanki inadına kaçıp gidiyordu Mıkı; tup tup hoplaya zıplaya… Kapkara ve ışıl ışıl tüylerinin arasındaki tüysüz bir nokta gibi duran poposunu açıkta bırakan, yukarı kıvrık kuyruğunu titrete titrete… Ama hep fıldır fıldır gözleriyle etrafı taraya taraya…
Galiba Mıkı’ya hiç dokunamamıştım.
Ne Mıkı bilirdi elbette o zamanlar, gösteriyi seyreden o küçük çocuğun, bir gün bir gazete köşesinden kendisini sizlere anlatacağını; ne dayım… Ne de ben!
Çünkü o zaman, o köyde, belki her evde kalem bile yoktu!
Çünkü okul malzemeleriyle bitirilmemiş defterler küçük sınıflardakilere intikal ederdi…
Çünkü ben o yaşımdayken, Mıkı’nın yaşadığı köyde belki de Kur’an’dan başka kitap bile yoktu…
…..
O günkü güneşin altındayken ne kadar uzaktı bu günler.
Veya o siyah bacanın ardından bir sofra gibi çıkan dolunaylı geceler ne kadar geride kaldı!
Ortasından ipe geçirilip boyunlara asılan silgilerle silinmiş gibi şimdi her şey!..
Doğru… Çocuklarda zaman kavramı yok…
Minik bir albüme konmuş “tarihsiz fotoğraflar” şeklinde görüyorlar zihinlerinde eski hadiseleri.
İşte o bahçe de aynen öyle bir fotoğraf albümü benim için:
Birinde dedemi hatırlıyorum… Heyecan ile çırpınıp, “Ooyda breehhh!” diye bağıra bağıra Emrullah ile bizi güreştiriyor…
Birinde gene dedemi hatırlıyorum. Sessizce yatıyor koca gazi. Ve sonra ağlaşmaya başlıyor insanlar!..
Birinde Mıkı’yı hatırlıyorum.
Hangisi önde hangisi arkada, bilmiyorum ki…
Ufağım. Her defasında da bir günlük mesafeden gitmekteyiz zaten oraya; bir otobüs, bir vapur ve bir trene binerek…
…..
Zaman gene karışmış zihnimde;
Mıkı’sını hiç kimseye kestirtmeyen dayım evlenmiş bu arada… Sonra askere gitmiş… Aradan da bir sene kadar zaman geçmiş…
…..
Bir gün bizim eve, büyük teyzemin büyük oğlunun geldiğini görüyorum. Ben bahçedeyim, konuşmadan içeri giriyor. Hemen ardından, annemin (o güne kadar hiç duymadığım ve bir daha hiç duymayacağım şekilde) feryadını duyuyorum. Ve yere yığılmasını hatırlıyorum…
Ama hiç…
Dayımın yüzünü, hiç hatırlamıyorum!
Dayım; “Öl Mıkı” diyor…
Mıkı ölüyor!
…..
Eğer bu siyah oğlağı şu an hatırlayan en az elli kişi olmasaydı, ben bu anlattıklarıma kendim de asla inanmazdım…
Dayım; “Öl Mıkı” dedikçe ölen Mıkı ne oldu, hiç bilmiyorum… Çünkü ben okula bile, annemin feryat edip yerlere yığılmalarından ancak iki sene sonra başladım…
Büyük dayım, (galiba o sene doğan) küçük oğluna kardeşinin adını verdi.
Ve ilginç olan; ona bir kasap yanında kurs aldırtıp, ailecek çalıştırdıkları bir kasap dükkanı açtı…
Kardeşine ve ana-babasına ilk kavuşan ise annem oldu…
Bugünkü yazı ise, sizin için değil de; sanki benim için yazılmış gibi oldu…
Hadi, olsun bakalım!
Sizin hoş görünüz, engindir…
Öyle, değil mi?
Stop
Muammer Erkul
16 Mart 2001 Cuma