Dünyada bir başka örneği var mı bilmiyorum, ama sanırım yoktur. Muammer Erkul’un, okuduğum bütün yazılarının içinde her zaman küçük küçük kalplar vardı. Fakat bunlar, herhangi bir yazının içine rasgele konmuş kalpçikler değildi. Bunlar, bilerek ve isteyerek ve emek verilerek; “içine kalpler konulabilecek” konuları içeren, yani özellikle hazırlanmış olan bu yazıların simgesi haline gelmiş işaretlerdi… Okuduğum yıllar boyunca hem onun üslubuna alıştım, hem de zihnimde sevgi/aşk kavramı onun ismiyle özdeşleşti…
Tarihine baktım, 1994 senesini gördüm; Muammer Erkul’un “Stop” isimli köşesi o tarihte yayınlanmaya başlamış. Fark ettim ki o tarihte olumlu düşünce kitapları, pozitif eğitim seminerleri, gazete, dergi, radyo ve televizyonların çoğunda sevgiyi, aşkı ciddi ciddi anlatan yazı ve programlar ya hiç yok veya yok kadar az. Anladım ki; siyasi kavga yıllarının ardından gelen yasaklı yılların ardından gelen serbest piyasa ekonomisi ile başlayan ticari açlığın ve para hırsının hızla dönen çarkı arasında “sevgi” kelimesinin bile yadırgandığı yıllar, işte o yıllar…Fakat, aynı yere düşen su damlalarının mermerde çukur açtığı gibi, şimdi görüyoruz ki; işte o zamandan beri, hep aynı yumuşaklıkta, hep aynı noktadan bırakılan bu harfler, bu kelimeler, bu cümleler, yani Muammer Erkul yazıları pek çoğumuzun zihninde hoş, tatlı izler bırakmış…Bizim yaşadığımız yıllarda hep aşkı anlatan, her zaman sevgiden bahseden bir adam elbette aşkın kaynağından, çağlayanından da bahsedecekti bizlere, Hazret-i Mevlâna’dan da bahsedecekti. Hele ki o büyük zatın 800’üncü doğum yılında…Şimdi elimizde “Aşk-ı Mevlâna” isminde bir kitap var. Hem yazılmış bu kitap, hem de çizilmiş. Yani Hazret’in sözlerinden aşk üstüne olanlar, elle yazılmış; böylece farklı, orijinal bir eser çıkmış ortaya…Hazırlayıcısıyla bu kitabı konuştuk, biraz Aşk-ı Mevlâna’yı konuştuk, biraz Mevlâna aşkını konuştuk………………
AŞKSIZ GEÇEN ÖMRÜ ÖMÜR SAYMA
Röportaj: Tuba Karabey
-Efendim, gerek daha önce yayınlanmış olan “Bul Beni, Sen İstanbul Olsaydın, Ilıkpembe, Aşk Mektebi” isimli kitaplarınızda ve gerekse yeni kitabınızda sıklıkla aşktan bahsediyorsunuz. Yine şu an elimizde tuttuğumuz “Aşk-ı Mevlâna” isimli kitabın başında diyor ki: “Birkaç tane Muammer Erkul var. Her biri Boğaz çocuğu olan ve hayatlarının çoğu İstanbul’da geçen…” İşte bu hayatların içindeki aşkın yeri nedir, ne kadardır?Aşkı anlatan kişiye aşkı sorsak acaba neler söyler, onu bize nasıl tarif eder?
-Bak işte bu, zor soru!.. On, belki on beş yıldır durmadan yazdığııım yazdığım, ama henüz kendime bile izah edemediğim böyle bir cevheri; böyle ayak üstü, bu kadar kısa zamanda, buncacık yerde nasıl anlatabileyim?.. Sonra ben ne kadarını biliyorum da ne kadar anlatayım?.. Aşk bu; dile kolay!.. Aşk bu; dağa koysan, eritir!.. Ama işte insan, bir şekilde çekmeye çalışıyor yükünü…
Belki insan içinde tutamadığı için… İçinden sızdırdığı için… Gözyaşını ve ahlarını dışına kaçırdığı için dayanabiliyor… Yoksa dayanamazdı; yarılırdı Ay gibi ortasından!..
Belki kıymetli olan da bu; koca dağların yamacındaki gözeler gibi gözlerden sızmasaydı rahmet ve gönüllerden dökülmeseydi hikmet; aşkın “a”sını bile bulabilir miydi bizim gibiler… O koca dağların yamaçlarında, kayalıklarında dolaşıp durmaz mıydık keçiler gibi?.. Halbuki kuzu olunca, meleyince, süzülüyor işte rahmet, burnunun dibinde bitiyor merhamet!.. Veya diyorsun ki; ben bu dağın çalısıyım, çaktım kendimi buraya!.. O zaman ne oluyor? İşte o zaman, kıl gibi incecik ve zayıf köklerine sanki gülün suyu zerk ediliyor ve çalılarının ucunda tomurcuklar peyda oluyor, parmaklarında güller açıyor!..
Soruyorsun kendine: Çalı mı gül bitirdi, yoksa gül mü çalıyı seçti?
Karışık mı anlattım? Hayır!.. Zaten anlatılamayacak olan için misaller verdim…
Kaç sen var, kaç ben var hayat boyu, önemli değil… Koyun musun, keçi mi mühim değil; nereden besleniyorsun, işte bu önemli!..Çalı olup olmaman da önemli değil; hangi dağın emiyorsun toprağının nemini?..Gül de çalı; ama öyle bir güzellik görüyor ki göz ve öyle bir koku duyuyor ki burun, ruhun işte bu mest oluşu sırasında, yırtılsa bile duymuyor ten, hissetmiyor can…
Sende aşkın yeri nedir, demek yerine, belki de; senin yerin aşkın neresindedir, demek daha uygun olurdu… O sorunun da cevabı, belki şöyle olurdu:
Bir damlaydım…
Denize düştüm…
Elindeyse;
Bul beni!
-Şöyle diyorsunuz kitapta: “Fakat biliyorum ki, bahsettiğim zat; bir yeşil kaftana sarınıp oturmuş, ellerini bir diğer kolunun yenleri içine gizlemiş, beyaz sarıklı başını eğmiş halde tespih çeken bir minyatürün kartpostalı değil sadece…”Öyleyse kimdir Celâleddin-i Rûmî; bize bir kere daha, kısaca Hazreti Mevlâna’yı anlatabilir misiniz?
-Balıkçılığın inceliklerini balıkçıya, cerrahlığın inceliğini cerraha sormak lazım… Maalesef günümüzde moda olmuş; sanki konu din olunca ilk önlerine çıkanı yakalayıp ona soruyorlar… Ya da adamlar televizyonda haykıra köpüre İslâm’ı anlatıyor, ama üç namaz vakti geçiyor da umurlarında olmuyor!Ben din adamı değilim, bu konuyu ben de bilmem. Aşk-ı Mevlâna din kitabı değil; o mübarek zatın “aşkı anlatan güzel sözlerinden” bir kısmının bir araya getirilmişi sadece… E iyi de kim bilecek bunun cevabını, öyle değil mi? Bir evliyayı ancak başka bir evliya bilir… Öyleyse onların sözüyle söylemek lazım, bakın şurada yazdığı gibi: “Abdüllah-i Dehlevî hazretleri; (Üç kitâbın eşi yoktur. Bunlar, “Kur’ân-ı kerîm”, “Buhârî-i şerîf” ve Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sidir.) buyurdu. Yani, evliyâlık ve nübüvvet yollarının kemâlâtını ve inceliklerini bildirmekte, İmâm-ı Rabbânî’nin “Mektûbât”ının eşi olmadığı gibi; evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü de (Mesnevî)dir. Görülüyor ki, tasavvuf büyükleri, birbirlerini sever ve överlerdi. Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri, yüzyedinci mektupta buyuruyor ki: (Mollâyı Rûm, Evliyânın büyüklerinden ve Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinden idi…”Sözlerin büyüğü büyüklerin sözleridir. Onlar söyleyince bize söz kalmıyor…
-Aşk-ı Mevlâna kitabınızın ilk satırlarında: “İnsanlık tarihindeki ‘anlaşılmayan’ kimselerin listesi yapılsa, sanırım Hazret-i Mevlâna başlarda gelir…” ifadeleriniz karşılıyor bizi. Hakkında bu kadar konuşulan, bu kadar kitap yazılan bir kişiyi neden anlaşılamayanlar listesinde ilk sıraya yerleştirdiniz?
-Basıldığı hafta bir dostuma kitap imzalamıştım. O da açıp ilk cümleyi, yani şu sorduğunuz kısmı okudu. Sonra başını kaldırıp; “ben hiç de öyle düşünmüyorum” dedi. Sadece o bir cümlenin ardından konuşmaya başladık ve bir saat kadar zaman geçti. O zaman aklıma geldi, dedim ki; işte o cümle ispat edilmiş oldu!..Aslında Hazret-i Mevlâna’da anlaşılmayacak bir şey yok. Problem, onu “herkesin kendi istediği şekilde” anlamaya çalışmasında!.. Biri bana; “Mevlâna evliya mıydı?” Diye sordu, onu aşk şairi sanıyormuş!.. Biri de “Şems aşkı”nı kastederek; “hoş görmek” lazım geldiğinden başlıyordu ki söze, alelacele susturdum!.. Bunlar nasıl anlamak veya bu anlamaların acaba doğru neresinde? Ben aslında bu anlamalardan çok “anlatmalarda” kasıt arıyorum daha fazla…
-Peki şimdi bize garip gelen, bu günün insanın anlamakta zorlandığı ve bazılarının istismar ettiği bu aşk nasıl bir şeydi?
-Bu aşk… Yani büyük veli Hazret-i Mevlâna’nın, kıymetli hocasına karşı olan aşkı… Yani, daha çocukluğunda almış olduğu manevi işaretle bir ömür boyu kendisini, yani talebesini bulmak için yollarda dolaşmış olan bu büyük evliya, hal ehli, sonsuz ilim ve bilinmez derinlikler sahibi olan büyük zata karşı hissettiği bağlılık şöyle bir şeydi ki;O aşk; san ki, bir gemi yelkeninin rüzgâra olan aşkı gibidir… Yelken bilir; bu gemi insan, can ve kıymetli mal ile doludur… Yelken bilir; zaman kıymetlidir… Yelken bilir ki herkes kendisini bekler ama kendisi de rüzgâr beklemektedir!Sonunda öyle bir rüzgâr gelir ve doldurur ki içini; bu hızdan adeta yelkenin başı döner ve gözü ne yolcu görür, ne deniz!..Öyle bir rüzgardır ki bu rüzgar ve öyle bir doldurur ki içini Hazret-i Mevlâna’nın; bu yelken ve taşıdığı gemi, kıyamete kadar durmayacak bir hareket kazanır…İnsanlar yelkene baktı hep, çünkü rüzgârı göremediler. Ama yelkenler rüzgâra bakar, rüzgarın önünde dururlar, onun her nefesini içine almaya, içinde tutmaya gayret ederler ki, bunun faydası ise yine o rüzgârı çekemeyenleredir…Şimdi sen. Bir yelken olsan ve rüzgarını kaybetsen, ah etmez misin, aramaz mısın bütün ufuklarda onu dilin hep onu söylemez mi?.. Mevlâna hazretlerinin dili de Hazret-i Şems’in ardından, o “uçan güneş”in ardından, o sevgili rüzgârın ardından 77 tane bin beyit veya 70 tane 7 bin beyit söyledi ve öyle söyledi ki, ardından gelenler 777 yıl söylediler de her deyişte yeniden tazelendi…
-2007, Unesco tarafından “Mevlâna Yılı” ilan edilmişti. Mevlâna Celâlettin-i Rûmî Hazretleri ve O’nun Mesnevi’si üzerine araştırma yapma imkânı bulan siz sadece Türkiye sınırlanır içinde kalmayıp İngiltere, Hollanda gibi yabancı ülkelerde de etkinlikler düzenlenen Şeb-i Aruz (Düğün Gecesi) kutlamaları hakkında neler düşünüyorsunuz?
-İstanbul’da bir kaç ahbabım, yemek, müzik, eğlence, düğün ve toplantılar için kullanılan gayet geniş bir mekan tuttu. Sahne için kiralanan ve çeşitli bölge oyunları oynayan ekip ise finali ısrarla sema gösterisi yaparak bitiriyordu… Geçenlerde televizyonda Konya’dan biri konuşuyordu ve içkili mekânlarda sema gösterileri yapılmasına çok kızıyor ve üstelik; “sema ayinleri dindir, böyle yapılır mı” diyordu… Birileri ise son zamanlarda kadınların da semazenliğe merak sarmasına, sema kurslarına gitmesine ve erkeklerle karışık olarak aynı sahnede dönmelerine ve de bunun moda olmasına içerliyordu… Her şey nasıl da birbirine karıştırıldı! Birkaç ay önce, yakın bir arkadaşımla Ayasofya önünden geçerken baktım ki Sultanahmet Camii’nin kubbesine lazerle bir semazen resmi yansıtıyorlardı. Bunun ne kadar yanlış olduğunu söyleyince o arkadaşım bana karşı çıktı. Dedim ki; bak şimdi, biz bu sema gösterilerinin şahane birer folklorik etkinlik olduğunu biliyoruz, ülke tanıtımına büyük faydası olduğunu biliyoruz, çok ta hoşumuza gidiyor bunları izlemek… Biz, ikimiz de, bunun din olmadığını, ibadetle hiç alakası olmadığını da biliyoruz… Fakat dünyanın gözbebeği olan Sultanahmet’in kubbesine bunu resmedersen turist İslâmiyet’i böyle bilir, Müslümanların üflemeli ve vurmalı çalgılar eşliğinde dönerek ibadet ettiğini sanır, öyle anlatır… Daha da kötüsü şu ki; bizden sonra gelen nesil, yani bugünün çocukları, yarın din ile çalgıyı, ibadet ile eğlenceyi birbirinden ayıramaz… Peki böyle olursa (ki olmaya da çoktan başladı) onların, çocuklarımızın inandığı şeyin adı İslamiyet olur mu, din olur mu?.. Diye sordum. Arkadaşım o zaman hayretle bana baktı ve; “hiç böyle düşünmemiştim” dedi!..Bu açıdan, doğru yönden bakabiliyorsak, tamam… Bizim ülkemizde bile “Valentine Day” kutlandığı gibi, “Noel baba” denen şişman adamın oyuncak ve kıyafetleri milyonlarca satıldığı gibi; dünyanın her ülkesinde Şeb-i Aruz da kutlansın… Fakat biz işin aslını, özünü kesinlikle unutmayalım ve sadece Şeb-i Aruz denen vefat yıldönümlerinde bile olsa Hazret-i Mevlâna’nın ruhuna en azından birer Fatiha göndermeyi hatırlayıp, şefaatini umalım…
-“Gel, gel, ne olursan ol yine gel, / İster kâfir, ister Mecusi, ister puta tapan ol yine gel, / Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel…" Dizeleriyle Hazreti Mevlâna’nın hoşgörüsü şu an en belirgin özelliği olmuştur. Yunus Emre Hazretleri’nin “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” düsturuyla hoşgörünün de özünde aşkın gizli olduğunu düşünüyor musunuz?
-Bu her iki ifade, tam da benim/bizim inandığımız şeydir işte… Hazret-i Mevlâna İslâm haricinde bir kelime söylememiştir ki, bu da tam bir Müslüman çağırışıdır… Elbette böyle düşünüyorum. Yasak olan; gerçekten pişman olup tövbe eden bir kulun Allah-ü tealanın affından ümidini kesmesidir… Mevlâna kendine çağırmıyordu ki kimseyi; İslâm’a çağırıyordu ve hala aynı çağrıyı yapıyor… Bu sözü; “ara sıra Mevlâna’yı ziyaret et de, sonra canın ne istiyorsa öyle yap” diye algılamak isteyenler çok, maalesef… Mevlâna’nın hoşgörüsüne sığınmak; üç kuruş bilet parası bastırdığı için şortla veya mini etekle türbe içine, kabri yanına girmeye çalışmak demek midir?.. Ben Konya’ya 25 senedir gidip geliyorum. Ama son yıllarda içim sızlıyor!.. Edep göstermeyi bilmeyenin feyz beklemeye hakkı olur mu?
-Mevlâna’nın “aşka dair sözler”inden bazılarını seçerek, kendi çizmiş olduğunuz çiçekli çerçevelerin içine elle yazarak bir bütün oluşturmuşsunuz. Sanki duvara asılmak için hazırlanmış gibi. Bir okur olarak çok hoş bulduğumu söylemek istiyorum. Alanında bir ilk olan bu çalışmanın nasıl oraya çıktığından bahseder misiniz?
-Biraz deneme yanılma gibi oldu. PopKart derlerdi ya küçük kartlar vardı. Eskiden, reklâm tanıtım işi yaptığım sırada onlardan çok hazırlamıştım isteyen müşterilere. Geçen yıl da bazı hoşuma giden sözleri kâğıtlara yazmaya başlamıştım. Bu örnekleri dostlarıma gösterdim, büyüklerime danıştım, beğenildi, takdir gördü. Sonra da hazırlayıp yayınevine teslim ettim. Zamanı gelince basıldı ve bu kitap çıktı ortaya…
-Kitabın sonunda Aşk-ı Mevlâna’nın dışında iki kitabın daha ismi var; Hayat-ı Mevlâna ve Vuslat-ı Mevlâna. Bu uzun soluklu bir çalışma sanırım. Çıkacak olan diğer kitaplarınız da bu formatta mı olacak? Yoksa onlarda da Aşk-ı Mevlâna’daki gibi orijinal bir çalışma karşılayacak mı bizi? Buradan kitaplarınızın çıkacağı tarihi okuyucularımıza müjdeleyebilir miyiz?
-Tarihi ben bilemiyorum. O kısım yayıncının işi. Fakat kitaplar evet, onlar da aynen Aşk-ı Mevlâna gibi olacak. Bu üçlü bir seri, yani birbirine kardeş kitaplar. “Hayat-ı Mevlâna”da hayat ile ilgili ve “Vuslat-ı Mevlâna”na ölüm ile ilgili sözleri çoğunlukta… İnşallah hayırlısı olur. Ben iyi bir iş, hatırlanacak bir seri olacağına inanıyorum… Bunu da zaman gösterecek.
-Verdiğiniz cevaplar için çok teşekkür ederiz.
-Ben teşekkür ederim.