İstanbul, dünyanın en güzel şehri;
Hiç kimsenin bundan zerre kadar şüphesi olmasın…
Dünyanın en güzel şehrinde yaşıyor olduğumuzun bir delili de; bunca yıldır hep birlikte ortasına tükürdüğümüz halde, ancak bu kadar çirkinleştirebilmemizdir!
Yani güzelliği “kendinden” bu şehrin; biz onu güzelleştirmiyoruz. Diğer bir deyişle ne yaparsak yapalım, çirkinleştiremiyoruz!
***
Bunlar naaz, naz;
Sevgiliye…
Rüzgâr esmiş, saçını döndürmüş… Ruju ezilmiş de yayılmış gibi sanki iki dudak arasında… Rimeli akmış, eteği biraz havaya kalkmış…
Kim söyler bunları başka, ben demezsem?
Ben… Yani, bir kara sarmaşık gibi birbirine dolanmış kirpiklerinin girift çizgilerinde başı dönmekte olan âşık…
“Öyle bir derde giriftârım ki hâlim sorma hiç!”
***
İstanbul, deyince düşünmeyeceksin…
Takıp parmaklarını onun parmakları arasına, yürüyeceksin…
Adımların seni alıp götürecek, sevineceğin bir yerlere…
E zaman zaman da öfkeleneceksin haliyle, şikâyet edeceksin biraz, ama sonra gene sevineceksin…
***
Dünyanın en güzel şehrinde yaşıyoruz, dedik ya az önce… Siz de başınızı salladınız ya!..
Anlaştık işte… Aynı fikirde olmak güzel sizinle…
Rahatlamak lazım. Huzur arıyor insanlık… İstanbul’un bir de bu yüzü var; huzur tarafı, gülen tarafı, rahat tarafı, romantik taraf, pek kimse fark etmese de…
Bayılıyorum bu şehre…
“Goooorrt” diyen korna sesiyle zıplarken aynı zamanda muhteşem bir arka plan da görüyorsunuz, dünyanın hiçbir yerinde olmayan…
Biraz da buna bakın, İstanbul’un terapi tarafına da odaklanın…
Elinizden daha iyisi gelmiyorsa, şu halinizden memnun görünün… Ne var yani, günün 24 saati, parmaklıklara düşmüş bir talihsiz adamın dehşet bakışlarıyla dolaşacak?
***
Hava kararmışsa ve Eminönü sahilinden geçmekteysem; üzerimde hiç para olmamasına dua etmeye başladım nice zamandır…
Siz hiç geçmediniz mi oralardan?
Hayret!
Pazar, panayır, hatta fuar arası bir hengâme… Hadi öyle demeyeyim; çünkü sadece “seslerin birbirine karışmasından meydana gelen bir karışıklık, patırtı değil söylemek istediğim. Hoşuma giden bir cümbüş…
Vapur filan gelmese, vakit ilerlemese, saatlerce kalırım o sahilde.
***
Geçen gün bir tane keçi aldım. Uzun ve düz boynuzları var; yukarıdan dönüp arkaya gidiyor… Gri tüyleri okşadıkça dökülmese daha iyi olacak ya, neyse… Öyle bir meraklı gözleri var ki, konuşası geliyor insanın…
Keçi kesmedi, üç tane de deve aldım. İkisi büyük biri yavru…
Onların da derileri kokuyor; ahıra kokan salonu sabahları havalandırmak gerektiği için günlerdir balkondalar…
Aslında grup halinde gezinmek lazım böyle pazara-panayıra benzeyen yerlerde, daha eğlenceli olur ama o zaman da herkes birbirini çekiştiriyor; gel şuna da bak, bunu da gör, benim saatim geldi, kocam kızacak, karım bekliyor filan…
***
Peki nerden geliyor bu hayvanlar böyle?..
Satanlardan biri Tayvan’dan dedi, diğeri başka bir yerden… Eminönü’nün arka mahallesi ya Tayvan mayvan, hepsi canı sıkıldıkça gidip geliyor sanki, öyle bir hava… Pazarlık etmek de mümkün bu satıcılarla… Sonunda “hayvan satmaktan” vazgeçmiş ve elindeki malları (küçük sürüyü) bitirmeye çalışan birinden çok ucuza aldım hepsini: Bir keçi ve ikisi büyük üç deve… Kaç para mı? Tam bilmiyorum. Sıradan bir esnaf lokantasında iki kişi karnını doyuramaz yani o parayla; yirmi lira verdim, epey para çevirdi, bakmadan cebime attım…
***
Lokanta deyince insanın karnı acıkıyor…
Eminönü’ndeki iskeleler arasında gece yarısına doğru yürümekte zaman… Gözümün gördüğü en az beş ayrı noktada balık ekmek satıcıları…
Beyaz dumanlar, şiveli adamların çağırışları, mis gibi balık kokuları…
Bana göre her şey mükemmel!..
Başkalarına göre ise; her şey kontrol altında, artık her önüne gelen yapamıyor bu işi, öyle diyorlar… Hatta balıklar bile temizlenmiş ve dondurulmuş halde yurt dışından geliyor. Bir de böyle diyorlar…
İyi de niye böyle diyorlar?
Üç deniz birbirini iteliyor Eminönü açıklarında, sahildeki balıklar bile balık ekmekçilerden dökülen parçalarla besleniyor da biz kuzey Avrupa’dan gelmiş donuk balıkları yiyoruz… Şehrin pek çok yerinde, her gün yüz binlerce porsiyon Avrupaî balık!..
Avrupa Birliği’ne girmek için önce içimiz dışımız Avrupa dolacak!
Denizlerimizdeki balıklarımız halimize gülüyor!
***
İnsan yaşıyor işte bir şekilde…
Her şey güzel…
Kötü, ne olabilir ki; bir de, her şey insanlar içinse?..
Kötü namına, olsa olsa; ekmeğin içindeki sıcak balığın yanına tıka basa doldurulmuş soğanların kokması olur… Buram buram, vapurda veya (bineceksen) dolmuşta, otobüste…
O kadar da olacak…
Kadı kızında bile aranınca bulunurken; varsın İstanbul’da da, bu kadarcık kusur olsun yani… Öyle değil mi?