Yalak ve su ve fark [07 Haziran 2007 Perşembe]

Sıcağın öfkesi ikindiden sonra kesilmiş…
Beykoz Kasrı’nın bulunduğu tepenin ardından gelen rüzgâr; yüksek ağaçların arasından kendine patikalar bulup sahile iniyor… Sonra da deniz kokusuna bulanıp, yüzümüze üflüyor!
Denizin olması, ayrı bir güzellik…
Yürümek de güzel sahilde, oturmak da, balık tutmak da…

Bir yandan da zaten kızarmış balık kokuları yayılıyor havaya; hem de yosun kokusuyla karışık… Geniş ızgaranın altındaki ateş, damlayan yağlardan alevlenmesin diye kalın tuz atıyor, bıyıklı pişirici. Derisi kahverengi. Bıyıklarının, burun delikleri altında kalan kısmı nikotin sarısı. Sesi ise; bizler çocukken, yine bu sahilde, demir parmaklıklara kalın sopa sürterek yürüdüğümüz zaman çıkan sesi andırıyor, gevrek ve metalik…

Şu karşıda, sağ tarafta, birbirine dayanmış iki beyaz blok gibi duran Tarabya Oteli’ni tamir ediyorlarmış, yeni öğrendim… Gözüm karşıda… Dikkatli bakınca Büyükdere’ye doğru giden kırmızı şilebin hangi ülke gemisi olduğu görülebilir buradan. Aslında görülemez de; bu biraz tahmin oyunu, eskiden çok oynardık…
Yeniköy burnundan geçen arabaların rengini ve binaların katlarını saymak ise mümkün…

Vapur iskelesi ile Yalıköy arası…
Caddeyle denizi ayıran geniş kaldırımın ortasında bir çeşme, hem de suyu tepeden dökülen… Kademeli olarak aşağı iniyor. En alttaki geniş hazne, suyu topluyor… Önce şapırtıya bakmıştım: İri boy bir köpek, kaldırımın ortasında yükselen çeşmenin, bir yalağı andıran ve daire şeklinde dönen bu en alt kademesinden su içiyor… Biraz kafasını yükseltmiş ve burnunu bu minicik göle soka soka, ağzını dilini şapırdata şapırdata su içiyor.
Hoş bir manzara…

Dalıp gitmiş olduğumu, ancak; “ne var, ne oldu” sorusuyla fark ettim…
Dedim ki; bir şeyler hatırladım şu köpeğe bakarken…
Ben şu küçük kız kadardım en fazla. Dedemle birlikteydik… Bir araziden geçiyorken küçük bir sığır sürüsü gördük… Ağaçlar altında durmuşlar, oradaki çeşmenin yalağı başında toplanmışlar, kimisi içip doymuş, kimisi de hâlâ içmeye devam ediyordu…
Dedem de durmuş, onlara bakmaya başlamıştı.

Sonra bana dönerek;
Bu hayvanların insanlardan farkı ne, biliyor musun? Diye sordu…
Ben kuyruk, boynuz, tüy, ayak filan fark olarak ne gördüysem saymıştım…
Dedem ise; “daha mühim, daha önemli, daha başka bir şey”, diyordu. Sonra, fazla uzatmadan dedi ki:
Hayvanlar susamışken suyu görür, kanıncaya kadar içer, sonra da dönüp giderler…
Halbuki insan olan, ne yapar?
Önce bu suyun nerden, nasıl ve ne zaman geldiğini düşünür; sonra içerek teşekkür eder, şükreder” demişti de, şimdi onu hatırladım…
 

Stop
Muammer Erkul
07 Haziran 2007 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir