İzini seç [04 Kasım 1999 Perşembe]

İzini seç

“Ya Rabbi! Sen mü’min ve muvahhid (Allah’ın birliğine inanan) ordusunu koru!
Müşriklere (Allah’a ortak koşan) mağlup ve mahcup etme!
Bizler senin ulu adını yüceltmek ve sevgili Resûl’ünün temiz şeriatını yaymak, puthaneleri mescitlere çevirmek ve çan seslerinin yerine Ezan-ı Muhammedî’yi kaim (ayakta duran) etmek için, işte yurdumuzdan, ana ve babamızdan, çoluk ve çocuğumuzdan ve tatlı canımızdan, yani aziz ve sevgili nemiz varsa hepsinden vazgeçip, şehadet şerbetine susamış olarak bugün kılıçlarımızı kınından çekeceğiz…
Sen kılıçlarımızı keskin edip yüzlerini kafirden döndürme!..
İslâm memalikini (memleketler) dinsizlere ve putperestlere çiğnetme.
Bizi daima koruduğun gibi, gene koru.
Fetih ve nusretini bizlerden esirgeme Allah’ım..”
Malazgirt ovasında kılınan cuma namazının ardından yapılan bu duaya (N. Şahiner-Bin Yıldır Yaşayanlar) bütün ordu, ki sayısı elli bin civarındaydı;
-Amiiin, dedi…

Bu, tam bir gönüllüler ordusuydu…
Atının kuyruğunu bağlamış, ölürse üzerindeki bu beyaz elbise ile gömülmeyi ve yerine oğlu Melik Şah’ın geçirilmesini vasiyet etmiş olan Alparslan; ancak can-ı gönülden isteyenlerin kendisini takip etmesini istemişti…
Ardından herkes biribirinden helallik aldı ve ikiyüz bin kişilik Bizans ordusuna yalınkılıç daldılar…
Sene 1071…
Ağustos’un 26’sı…
Günlerden Cuma’ydı.
O gün, Malazgirt Ovası’nda, ta yüreklerinden gelen “Allah, Allah, Allah” sesleriyle tam ikiyüz bin kişilik dev bir ordunun içine kendini atan kahramanlar;
Düşün bakalım, acaba benim dokuzyüz yirmisekiz yıl sonra bu yazıyı yazacağımı… Ve senin de (işte şimdi tam o anı yaşıyorsun) aynı yazıyı okuyacağını bilmiyorlar mıydı?..
Bu his insana her şeyi yaptırır…
İşte o kahramanlar zoru başardı…
O gün;
O güne kadar kapalı olan sevgili Anadolu’muzun kapısı ilk defa bize açıldı.

Kendi tarihlerinde benzer bir destan bulabilmek için ölür başkaları!..
Bazıları ise Malazgirt Ovası’ndan “mezbaha” diye bahseder!…
Bazı kafalar ve bana okutulan bazı tarih kitapları tarihe karışıp, Malazgirt’in “ne” olduğundansa, “niçin ve nasıl”ları ön plana çıkmaya başladığında, idrakimize sabah olacak!..
Ve güneş doğacak aynen dün doğduğu gibi.

Malazgirt, bir atari oyunu değil de, gerçekten “gerçek” ise;
Sormanın zamanıdır, kimdi yolumuzun dokuzyüz küsur sene öncesindeki bu adamlar?..
Malazgirt’te o cuma günü, o ellibin kişilik ordu, eğer “bir” şehit bile verdiyse, sormanın vaktidir;
Niçin gönüllü olmuştu bunca insan ve nasıl atılmışlardı ikiyüzbin silahlı savaşçının orta yerine?..
Kimdi onlar?
O gün oraya; elli bin ana, elli bin baba, elli binlerce evlat, elli bin canan bırakıp, can bırakmaya koşan…
Ve bugün… Dünlerde kalmış olan bu insanların, acaba “bugünlerden bekledikleri” neydi?..

Koca Bizans’ın ikiyüz bin kişilik koca ordusu kısa zamanda perişan oldu…
İmparator Romen Diyojen de yuvarlandı atından. Aynı anda kanlı ve yaralı bir el onun bileğine yapıştı…
Korku dolu gözleriyle karşısındakine bakan imparator, o elin sahibinden şu sözleri duydu:
-Burada kalırsanız sizi tanıyan biri çıkar…Tanırlarsa öldürürler ve kafanız bir anda mızrakların ucunda yükselir. Gelin ben sizi saklayayım ve kalbi adalet, merhamet ve müsamaha ile dolu efendim Sultan’a götüreyim…
O, bu korkulu anında, bu şekil sözlerle bir “esir alış”a nasıl karşı koyabilirdi ki?..

Alparslan, Romen Diyojen’i bir İslam komutanına yaraşır biçimde karşıladı. Ona hürmet gösterdi ve teselli etti. Dedi ki:
-Kayser hazretleri, siz beni mağlup ve esir etse idiniz ne yapardınız?..
(Kendinizi imparatorun o anki yerine koyun şimdi! Bir Bizanslı gibi düşünmeye çalışın…)
-Hiçbir şey… diye kekeledi Diyojen… Söylediğinin kendi başına geleceğini düşünüyordu büyük ihtimalle… Tereddüt içinde devam etti:
-Hiçbir şey… Sadece her gün kırbaçlatırdım.
-Ya benim size ne yapacağımı tahmin edersiniz?.. diye sordu Alparslan.
-Ya işkence ile öldürecek, veyahut teşhir etmek için zincirler içinde memleket memleket gezdirecek… Veya bunu dahi aratacaksınız.
-Hayır, aldanıyorsunuz. Ben mağluba ne hakaret, ne de işkencede bulunurum.
-Peki bunun sebebi nedir?
-Şudur ki; ben Müslümanım. Bütün Müslümanlar da benim gibidir…

Büyük kumandan (sadece bir fidye “vaadi” üzerine) Romen Diyojen’i serbest bıraktı. Bıraktı ama, o bundan istifade edemedi. Çünkü mağlubiyet haberi gelir gelmez Evdoksiya’nın oğullarından Mihail tahta oturmuştu.
Romen Diyojen, üvey oğlu Mihail ile mücadele ettiyse de mağlup oldu… Hayatına dokunulmayacağı sözü üzerine teslim oldu. Alparslan’ı tanımış biri olarak, elbette kendi milletinden olan Mihail’in onun gözlerini oyduracağını ve bunun üzerine kahrından öleceğini bilmiyordu…

Demin de benzer sorular çıkmıştı önümüze… Ama asıl önemli soruyu “bu hadisenin bütünü” koyuyor galiba önümüze.
“Seç, diyor…
Birinin izinden gideceksin…
Bu Mihail’in izi mi olacak,
Yoksa Alparslan’ın mı?..”

——————————————————-

AMERİKA’DA BİR AY- 4
İçki içme yaşı 21, fakat hafta sonları gece yarısına kadar barlarda içip, eğleniyorlar ama yine de herkesin gözü önünde ahlaksızlık yapanı göremezsiniz. Bu da iyi olan başka bir nokta. Ama şurası bir gerçek, buranın milli giyeceği şort olmuş. Kız, erkek, memur farketmez, neredeyse herkes mini giyiyor. Hatta polisi, otobüs şoförünü, postacıyı bile şortla görebilirsiniz. Amerika çok pahalı bir memleket. Ekmek 450 bin TL, domatesin kilosu, 1.5 milyon TL, kutu kola 300 bin TL, en ucuz akşam yemeği 2 milyon TL. Tek ucuz şey arabalar ve benzin, otomatik vitesli 88 model bir Honda Accord’u 2500 $’a alabilirsiniz ki gayet iyi iş yapar buralarda. Zaten Amerika’da araba şart çünkü toplu taşıma fazla gelişmemiş ve her evin önünde iki araba var. Birbirinin aynı model olan iki araba görmek de zor, sanırsınız ki araba sayısı kadar model var! Gerçekten çok fazla araba üretiliyor ve herkes araba kullanıyor. Nasıl Türkiye’de herkesin kimlik kartı varsa, burada da herkesin ehliyeti var. Kimlik yerine hep ehliyeti soruyorlar. Arabanız yoksa alışverişe kesinlikle gidemezsiniz. Eğer okula uzaksanız okula da gidemezsiniz. Çünkü otobüsler sınırlı sayıda ve belli hatlarda. Üstelik çoğu yere otobüs yok. Şehirler de geniş bir alana yayıldığından araba burada şart. Bizim evimiz servis güzergahı içinde olduğundan şimdilik rahatız, alışverişe de sağolsun Türk arkadaşlar götürüyorlar, fakat yine de bir arabaya ihtiyacımız olacak. Belki iki-üç ay bu sene 60 civarında Türk gelmiş, çoğu da bilgisayar mühendisliğinde. Öncekileri de katarsak Türkler’in sayısı 200’e varıyor. Bu sayıyla buradaki yabancı öğrenciler içinde 5. sıradayız (ilk 4’te Çin, Japon, Tayvan ve Hindistan var). Gelenlerin çoğu burslu, bursu da TC Milli Eğitim Bakanlığı’ndan alıyorlar. Hoşuma giden şey zeki olan insanların genelde Türklerin olması. Milli Eğitim’den burs alanların yanında en az 10 tane de asistan olan Türk var. Belki en çok asistan bizlerden var, bu da sevindirici bir durum. Burada ilginç bir gözlemim de zenciler oldu. Zenciler burada problemli unsur demek. Kimse zencilerle beraber olmak istemiyor çünkü gerçekten bir çoğu anormal. Saçları, giyinişleri, hareketleri ile zencilerin farklı olduğunu hemen anılıyorsunuz. Bizde çingene neyse burada da zenci o demek oluyor (hepsi için geçerli değil tabii) Mesela zenci mahallesindeki evlerin kiraları normalin üçte biri, çünkü kimse buralarda kalmak istemiyor. Bizim Türk arkadaşlardan birini sırf 1 dolar için bıçaklıyorlarmış. Belki beyazların yıllarca süren baskısı onları bu hale getirdi ama şurası bir gerçek ki geldikleri bu nokta onları toplumda sevilmeyen yapmaya yetecek kadar kötü. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Burada günlerim çok yoğun geçmekte çünkü üniversitede eğitim ağırlıklı olarak ödeve dayandırılıyor. Devamlı ödev yapmak zorunda olduğumuz için bu da bir sürü vaktimi alıyor. Eğer sizlerden gelen maillere derhal cevap yazamıyorsam sebebi şüphesiz budur. Ama sizlerden gelen mailleri okumak beni çok mutlu ediyor, hepinizin e-maillerini ve duasını bekliyorum. Ahmet Burak Ölçen

Stop
Muammer Erkul
04 Kasım 1999 Perşembe

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir