Elbette kıskanırım gözünde beni görsem
İsterim ki, bana semayı getirsin. Dursun önümde bulutsuz bir gökyüzü gibi… İsterim ki bir su damlası gibi değsin, gözlerin…
İsterim… Ve bunları istemeyi isterim…
İşte bunun için kıskanırım…
Elbette kıskanırım gözünde beni görsem, kıskanırım;
Sende kendimi görsem!..
Bilirim; gökler verir, denizlere rengini… Bilirim; göklerin kamçısıyla delirir, taşar deniz… Bilirim; yine gökler okşayınca suları dalgalar mırıldanır yavru kediler gibi…
Bilirim; gökler verir, denizlerin rengini…
Ben bilirim, sen de bil; kaynayan sular değil, yanan-yakan güneştir!..
Ben mi?..
Ben, işte ben kıskanırım;
Gözünde “beni” görsem!..
İnan ki kıskanırım;
Sende kendimi görsem!..
——————————————————–
Dedem anlatmıştı ki: Rüyanı anlat!
Sanki sarsıldığımı hissettim, ama arkamı dönüp tekrar uykuya dalmaya çalıştım. Bu defa yeniden, şiddetle sarsılınca fırladım…
Önce seçemediğimden ortalığı, gözlerimi ovuşturdum. Sonra baktım ki, o başucumda…
Elimden tuttu, hafifçe çekerken;
“Hadi oğlum, kalk!..” dedi.
İtiraz etmek aklımdan bile geçmedi, kalktım…
Yattığım odadan usulca yürürken dışarı doğru, sordu:
“Rüya görüyor muydun?..”
“Hıı, galiba görüyordum bir şeyler.”
“Peki ne görüyordun?..” diye sordu, kapının önüne çıktığımızda.
“Galiba bir ağacın altında toplanmıştık, dedim.
Ağaçta renk renk… Yani sarı, mavi, yeşil, kırmızı her renk meyveler vardı.
Etrafımda da arkadaşlarım vardı.
Oynuyorduk…”
…..
(Bir de “o” vardı rüyamda ama, onu dedeme söylememiştim!..)
“Başka ne gördün rüyanda? dedi. Koca bir gece uyudun!..”
“Başka… Pek bir şey hatırlamıyorum başka, dede…”
“Peki şu kuşları göremiyor muydun?
Şu ağaçları, şu havuzu… Şu az sonra sönecek olan son sabah yıldızını… Havanın kokusunu, çıplak ayağının yere basarken toprağın nemini hissedişini, ve küçük çimenlerin tenine dokunuşunu göremiyor muydun?..
Telaşla cıvıldayan serçeler arasına karışmış guguşçuk kuşlarının turuncu gözlerini…
Ceviz ağacının derin yeşilliğini… Salkımsaçak söğütleri ve fışır fışır kavakları…
Fıskiyenin suyunu… Yaprakların arasından gözüken çileklerin kıpkırmızı rengini…
Şu bahçenin bütününü görmiyor muydun?..
Sonra sokağı ve mahalleyi…
Sonra şehri…
Uyanabilen ve uyanamayan insanları…
Bunların hiç, ama hiç birini göremiyor muydun?..”
“Ama, dede!.. Dedim.
Ben az önce, bir hayal alemi olan uykudaydım ve şimdi uyandım!..
Siz ise bana, şu yeryüzündeki bütün gerçekleri gösteriyorsunuz… Ve üstelik görmüş olduğum birkaç bölük pörçük rüya ile de kıyaslatıyorsunuz…
Bunun imkanı var mı?..
…..
Bir nefes ancak süren birkaç kopuk rüyadaki hayallerin-zanların; uyandığım zaman gördüğüm şu canlı-cansız, hareketli-hareketsiz, büyük-küçük ve sonsuz sayıdaki gerçek şeylerle kıyaslanması, karşılaştırılması mümkün mü?..”
Dediğimde ona baktım ki; göz göze geldiğimizde şaşırdım…
Çünkü dedem öyle şaşkın, öyle sessiz ve öyle kıpırtısız dinliyordu ki beni; nefes almadığını zannettim…
Onu öyle görünce ben de sustum…
Bir süre daha baktı bana derin, canlı gözleriyle…
Ve heyecan içinde dedi ki:
“EVET OĞLUM…
ANLADIM ŞİMDİ…
ÖĞRENDİM İŞTE!..
İşte zaten ben… İşte BUNLARI ANLATIRSIN DİYE uyandırmıştım seni…
…..
İşte sen şimdi;
İşte sen şimdi bana ve kendine;
ÖLÜMÜN NE OLDUĞUNU anlattın ki, vallahi aynen dediğin gibidir…
Yani ölmek; UYANMAK gibidir!..
O sabah dedem o sözleri söylerken güneş doğmak üzereydi. Yani yeni bir gün, yeni günler başlamak üzereydi…
Sonra çok günler daha geldi geçti altımdan ve üstümden…
Sonra uzuun yıllar geçti.
…..
Neden ben dedemi ANLAMAMAKTA bu kadar ısrar etmişim, şimdi hiç anlamıyorum.
Daha da ilginç olanı; “ŞİMDİ” anlamıyorum!..
Çünkü o zamanlar hep “anladım” sanıyordum!..
Anlatabiliyorum, değil mi?..
Meğer, bunca sene sonrasına kısmetmiş, dedemin sözlerini ANLAMAYA BAŞLAMAM…
Bu, şimdi birazcık zor oluyor…
Çünkü o zamanlar dedem konuşuyordu yanımda, ben iyi dinlemiyordum. Şimdi ise konuşan olmadığından ben geçmişe dönüyor ve pür dikkat KENDİ İÇİMİ dinliyorum…
Ve anlıyorum ki; dedem de o yıllarda, zaten benim GELECEĞİMLE konuşuyormuş!..
Stop
Muammer Erkul
30 Ocak 2001 Salı