-Şehrin Kayıkçısı’na-
“Sadece canlıya değil, eşyaya da iyi davran der bir veli…”
Karabaş-ı Veli Tekkesi’ne her gidişimde şöylesine bir düşünce geçer içimden… Mübarek tekkenin şu altı yüzyıllık direklerine kodlanmış resim, zikir ve görüntüler acaba hangi renktedirler? Sözün kulağımıza gelen ahengi ile, sükûtun rengi ancak yakaza aynalarında görülebilecek hâlden ibaret bir keyfiyet olsa gerek… Burada eşyanın 'sükûtunu' ve 'sükûtun' rengini dile getirişimin asıl sebebi Muammer Erkul’un eserleri ve köşe yazıları hakkında uzun zaman kafa yorduğum içindir. En son neşredilen “Aşk-ı Mevlana” kitabından evvel kaleme aldığı eserlerin en ilki olan “Beni Bul” isimli eserinde 'aramayı' ve 'bulmayı' yüceltmesi birçok okur gibi beni de derinden etkilemiştir.
Muammer Erkul Usta’yı tanıdığım günden bu yana, yazıları her daim zihnimi meşgul etmesine rağmen, bilhassa çok yoğun çalışma temposu içerisinde olduğum bu dönemde, kendisiyle ilgili izlenimlerimi yazmak konusunda uzun süre tereddüt ettim. Zira sanatkâr daha ilk eserinden başlayarak her ne kadar o büyük velinin “Aramakla bulunmaz ama bulanlar her zaman arayanlardır” veciz sözüne göndermede bulunmuş ise de, esasında o, dervişane bir yaklaşımla sözün içindeki 'sükûtu' ve 'sükûtun' içindeki arayış sancısını yüceltiyordu…
Sözün içindeki sükût, okurun payına düşendir ve insanlar da en ziyade dostlarının yanında sükût etmeyi severler. Kendini anlatmak esasında kendini tanıtmanın yolu değildir. Kendini anlatmanın yolu, evvela kendini anlamaktan; kendini anlamanın yolu ise, kendini tanımaktan geçer. Sanatkârın ‘kendine ‘olan bu yolculuk daveti, işte okuyucuyu bu “sırlı yolculuğa” davetin de ta kendisidir. Zira sanatkâr, “Bul Beni” demekle okurunu bu sırlı yolculuğa apaçık davet etmektedir.
Kendine yabancı olan bir insanın bu âlemde konuşması, bir nevi kendi garipliğini geçici bir süre unutmak için katlandığı bir sıkıntıdan başka nedir ki? Ben, dostlarımın yanında her zaman 'sükûtu' tercih ettim. Ancak, Rabb’im hiç birimizin sözünü alaca bulaca ve sükûtunu renksiz ve sözsüz eylemesin…
Amin…
Bu kadar çekincelerime rağmen yine de bir çıkış yolu bulmak en acemi münekkîde için bile her zaman mümkündür. Bir sanatkâr ve eserleri üzerinde konuşmak, yazmak, oldukça zor ve mesuliyetli bir iştir. Hele hele bu eserler bir dostunuz tarafından kaleme alınmışsa onu lâyıkıyla anlatamamanın ve sizdeki resmini gösterememenin endişesini yaşarsınız. Kaldı ki, Muammer Erkul’un eserleri ve dünyası pek çok farklı konu içerdiğinden, onun hakkında genel bir izlenim elde etmeniz de oldukça zordur. Bu sebepten zaten sanatkârı bulmak, insanın kendini bulması kadar meşakkatlidir. Fakat işte tam da burada sanatkârın beni en çok etkileyen tarzı çıkıyor ortaya: O bir ‘fotoğraf sanatçısı’, o bir ‘ayna’ ve ‘Kayıkçı’dır.
Yani 'Şehrin Kayıkçısı'…
Burada çok ince ve önemli bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim. Bildiğiniz gibi sanatta estetik kaygı her zaman bir müzakere konusu hâline gelmiştir. Estetik; bana göre Allah’ın âlemleri yaratma “tarzı”dır. Ve estetik kimilerinin düşündüğü gibi bir lüks değil, ihtiyaçtır. Muammer Usta eserlerinde ve yazılarının her satırında estetiğe çok ehemmiyet verir. Bu konuda da üzerimizde çok sopa kırmıştır! Ancak bundan ziyade o, okurlarının karşısına çıkmadan ve onları yolculuğa davet etmeden önce kendisi de böyle bir serüvenden geçirilmiştir ve okurlarını da böyle bir davete çağırdığında onların yolculuğu için her ayrıntıyı düşünmüştür.
Siz, ustayı bulmak için bir adım attığınızda onun fotoğraf karelerinde ilk önce “kendinizle karşılaşmaya” başlarsınız. Çünkü o evvela o resimleri çeker ve onları kendi silueti üzerine montaj ettiği “aynalara” yapıştırır. İnsanın kendisiyle karşılaşması tıpkı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin pazarda gezerken ‘seni arıyoruuum’ diye uzaktan seslenip durduğu ve yaklaştığında seslenenin bizzat kendisi olduğu” hâlin himmetâne bir tezahürüdür. Sanatkâr, davet ettiği bu yolcularına en büyük hizmeti, bizzat onları selâmetle karşı kıyıya geçirmek için vazifeli bir kayıkçı rolüne bürünerek verir… O artık bir yazar değil yosun kokulu, ayağı çamurlu ve elleri nasırlı bir kayıkçıdır.
Yani ‘Bu Şehrin Kayıkçı’sı’…
Ayna; bir çok tasavvufi eser yazan sanatkârların tasavvufi ve mistik bir metafor olarak hem ‘sözü’ hem de ‘sükûtu’ anlatırken kullandığı bir unsurdur. Bu aynada sanatkâr ancak gören gözlerin aşınası olabileceği renkleri aynasına yansıtır. Böylelikle yolcusunu kelimelerin yükünden kurtararak hep suskuya, tefekküre ve şükre davet eder. Yolcular bu seyahatte sıkılmasınlar diye de onlara; “Kimsesizliğime Düştün”… “Sen benim neyimdin?” gibi aşk ve sevda üzerene onlarca şiirle mensure söyleyerek yolcularını mest eder… Bunlar da ‘Kayıkçı’nın Şarkıları’dır.’ Muammer Erkul Usta'nın bu kabil mensure ve şiirleriyle karşılaştığım zaman “Allah Allah” demekten kendimi alamamıştım. Bugün piyasada bir Cezmi Ersöz, bir Murathan Mungan gibi yazarların yazıları ne ki Muammer Erkul’un yazı ve şiirleri karşısında? Ancak onlar kadar popüler olamamasının acaba hikmeti nedir?
Aynalara yapıştırılmış resimlerde kimi zaman sükût ayna hüviyetine geçer, kimi zaman da sözler ayna olur. Usta, bu aynalarda kimi zaman hakikat ehlinin, kimi zaman da mecaz ehlinin dilinden yolculara binlerce “sır” söyler. Bu sırların anlaşılması ise yolcuların kalp aynasının parlaklığına bağlı bir keyfiyettir. Usta bilir ki, insanlar kalp aynalarındaki buğuları saklamak için gevezeliğe başlarlar. Kendilerini saklamak için bir nevi sığınaktır konuşmak. Ancak gönül gözü ilâhi tecelligâh olan ‘büyükler’ susmaya cesaret edebilirler. İnsanın çok fazla konuşması, kendinden kaçmasıdır. Çünkü en hakiki ayna insanın içindeki, kendine baktığı aynadır. Ve her kişi, baktığı aynada önce kendi suretini görür. Gül'sen, "gül" görürsün o aynada… Bunun için boşuna söylememiş atalarımız, “Kem söz sahibine aittir.”
Kayıkçının, yürünmüş yolların ve güzelliklerle durulmuş baldan tatlı acıların sonucunda yolcularıyla arasında kendiliğinden oluşan ortak bir dil vardır. Bu sevginin, sevgiler kere sevgilerin ortak dilidir. Söz, Allah rızası için söylenmişse sahibi Allah(c.c)dir. Sanatkâr o sözlerin sadece bekçisidir, emanetçisidir. Onun vazifesi o kutlu peygamberin buyruğuna uyarak ‘ayna’ olmak, ‘yansımak ‘ve ‘yansıtmaktır’… Meseleye bu ay penceresinden baktığımızda da yazarla okur arasındaki münasebetin mahiyeti de kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor. Muammer Erkul okurları, onun satırlarında, kendisinden önce düşünüp keşfettiği hakikatleri büyük bir özenle kalbinin çekmecesinde muhafaza eden kişilerdir. Amiyane bir tabirle o asla okuyucusuna “adama bak yahu neler yazmış!” dedirtmez.
Hâsılı, Muammer Usta’nın kayığıyla yola çıkan her yolcu evvela kendisiyle “karşılaşır” Başkalarının yolu üzerinde bir diken olarak kalmayı tercih edenler ise bu “sevgi okuluna”, “aşk mektebi’ne” girme hakkını asla elde edemezler. Muammer Usta, bazen de başka hayatların peşine düşerek kesişen izler peşinde koşturur okurlarını. Hani sıcak suyla, soğuk suyun karışmaması gibi olağanüstü hadiseler vardır ya? İşte onlar gibi sıradan insanların görmekte zorlanacağı perspektifler sunar okurlarına. Çünkü o görmeğe ilk önce ‘ bakmak’ la başlanacağını savunur. Artık bizimde aynen yazar gibi içimizde ritim vuracak acı, umut ve kaybolmuş değerlerimize karşı bir sancı vardır. 'Birbirimizin duasına muhtacız!' diyen o kayıkçı, “büyüklerin duası olsun ” diye dua eden o ‘limancıya’ her seferinde bir kutlu muştu taşır.
Ey bu Şehrin Kayıkçısı;
Sen ki;
Gün ışığı ile yıkanmış yıldızların akıp gittiği seherlerden
Sessizliğimize
ve tozlanmış aynalarımıza bakarak gidip gelmektesin denizlerimizden…
Biz ki;
Ne zaman nerde bir şeyimizi yitirsek
Hep senin aynalı sandalında
Aynalı sandığında bulduk…
Sonsuzluk Kayığı’nda dilsiz ve adsız yolcularız şimdi…
Bildim ustam
Bunun adı “aşk”
Öyle değil mi?
Sevgiler kere sevgiler bütün Muammer Erkul okurlarına…
Yeni sitemiz hayırlı olsun inşallah…
Ahirimizin evvelimizden hayırlı olması niyazıyla
Saliha Malhun
Evliyanın ayakaltının tozu…
Saliha Malhun
19.01.2008
Sanatalemi.net