(Murat Başaran, İsmail Sefa İpşir, Bekir Hazar, Şaban Çibir, Türkiye Çocuk Dergisi, Cemalettin Cem Ertürk, Ümit Sinan Topçuoğlu, Kazım Şahin, Cenk Ofset, Ateş Altında, Nick Nolte, Göztepe, Paşabahçe, Beykoz korusu, Kerim İncefidan.)
Ofsetçi Kazım abinin işyeri olan Cenk Ofset’in bir köşesinde masam var. Emanet ve küçücük bir masadayım ama emanet olmayan büyük hayallerim var!
İlginç ama her şeyi de yapmak istiyorum; deneme, hikâye, roman yazmak; karikatür, çizgi roman, illüstrasyonlar çizmek; kitap kapağı, broşür, amblemler ve basılacak her türlü işi hazırlamak istiyorum.
O sıra eleman olarak çalışmasam da daha önce kadrosunda olduğumdan, Türkiye Çocuk Dergisi’nin bazı toplantılarına katılıp fikirlerimi söylüyor ve kendimin de dergiye neler yapabileceğimi belirlemeye çalışıyorum.
Derginin tarihi boyunca birkaç defa ve değişik zamanlarda (Cemalettin Cem Ertürk ve Ümit Sinan Topçuoğlu tarafından) denenmiş bir işi yapabileceğim fikri parlıyor zihnimde.
Neden olmasın, ben de fotoroman hazırlayabilirim, diyorum.
O yıllarda fotoroman devri henüz kapanmamıştı. Sanki bir film gibi senaryo hazırlanır, sonra tek tek fotoğraf kareleri çekilir. Bunlar yayınlanacak şekilde düzene sokulur, üzerine konuşma balonları yazılır ve günlük veya haftalık tefrika edilirdi…
O sene Murat Başaran’dan bir fotoğraf makinesi satın almıştım. Beni kazıkladıysa günahı boynuna, bir yakın akrabası Arabistan’dan getirmiş, müşteri arıyormuş… Nikon FG-13 makine, 1:1.4 objektifli, tam da bana yakışacak bir dünya güzeli! Üstelik bir de flaş var yanında satılık, hani bu makineye de bu flaş gider, der gibi bir şey!..
Söyleyen yok belki ama insanlar; “popondaki yamaya bakmıyorsun da aldığın şeye bak” demekte serbest!
Ne derlerse desinler; çoğu için anlamsız ve o züğürtlük zamanımda benim için lüzumsuz görünen böyle bir hayal için birkaç aylık borca giriyorum, üstelik sabit bir gelirim olmadığı halde…
Peki o sıralar neden depreşmiş bende bu fotoğraf makinesi tutkusu?
Bir film yüzünden!..
Bir gün Bekir Hazar dedi ki;
-Hadi gel seninle sinemaya gidelim. Okuldan bazı arkadaşlar bir film izlemiş, çok beğenmişler…
-Tamam, dedim.
Bekir’in inanılmaz büyük, kabarık bir omuz çantası vardı; görenler başka bir şehre göçtüğünü filan sanırdı yani, öyle bir şey… Okula da, dergiye de, eve de, gezmeye de hep onunla giderdi…
Benim daha küçük ama inanılmaz ağır bir omuz çantam vardı, çünkü içi sürekli kâğıt ve kitap doluydu. Ve elbette ben de hep onunla giderdim her yere…
İşte şimdi, filmi onlar da izlesin, diye çantalarımızı omuzladık, otobüse bindik ve gittik sinemaya.
Filmin adı: Ateş Altında, Nick Nolte oynuyor…
Sinemada herkes Nikaragua’daki devrimi yerinde takip eden savaş fotoğrafçısını, bense sadece adamın fotoğraf makinelerini izliyorum…
Ve sonra günlerce, haftalarca hayaller kuruyorum:
Hayalimdeki odamda başka hiç kimse yok; ne kadın, ne yemek, ne eşya, hiçbir şey yok…
Sadece bir odada uyanıyorum ve yatağımın başucunda duran sehpanın/komodinin üzerinde, fotoğraf makinem var… Sabah gözümü açıyor ve gülümseyerek onu okşuyorum!
İşte öyle bir hayal…
Bu filmden kaç ay sonraydı hatırlamıyorum ama Murat, makineyi ayrı flaşını ayrı öyle ballandırınca, hayır demek ve hatta pazarlık yapmak bile aklıma gelmedi. Arkadaşla pazarlık mı yapılırmış! Derhal, kimden ne kadar para bulabilirim, bunun hesabını yaptım…
Ve aldım onu!
Benim oldu!..
Ne kadar kıymetliydi…
Şimdiki dijital fotoğraf makinemin, hatta telefonumun bile modelini bilmem, ama o gün aldığım Nikon’u biliyorum. Ve hala duruyor, hem de flaşıyla birlikte. Yanıbaşında ise bir iki tane 36’lık film makarası vardır, artık film banyosu yapacak, kart bastıracak yer bulamasak ta…
Allah rahmet eylesin, iyi niyetli insandı, hakkını ödeyemem: Kazım Şahin abi ofset matbaalar için baskı hazırlık işleri yapıyor. Yanda bir karanlık odamız var. Kamera, filmler, banyolar…
Türkiye Çocuk Dergisi’nin müdürü Şaban Çibir abiye; “fotoroman yapayım” derken zaten Cenk Ofset’e güveniyorum. Kazım abi bana güç ve moral veriyor.
-Yapar mıyız abi?
-Yaparız koçum, sen senaryosunu yaz fotoğrafları çek, gerisi kolay!..
Ben her şeyi anlıyordum da; para işlerinden, pazarlıktan filan anlamıyordum…
Allah bana ne verdiyse galiba bu müzmin saflığımdan verdi…
Dergiyle de bir pazarlık veya anlaşma yapmadım…
Şaban abi sadece ve elbette haklı olarak;
"Örnek sayfalar yap, beğenirsek basarız" dedi…
Bir senaryo düşündüm: Sahil, sandallar, Beykoz korusundaki mağaralar, bol çocuk, onları korkutan kovalayan biri de olmalı, yani hep lazım olan o kötü adam…
E iyi de hem iri yarı, hem korkunç, hem de dağlı bir yabani gibi görünecek, sonra yarı çıplak soyunup fotoğraflarının çekilmesine izin verecek, hani şöyle şu boy ve şu ende bir adam irisi lazımdı bana. Ve ayrıca benden para da istemeyecekti…
Nerden bulacağım böyle bir adamı, diye derdimi anlatınca, Murat;
-Bu fotoromanda oynayabilecek birine götüreyim ben seni, dedi…
Nasıl da sevindim, gözlerim sevinçle parladı.
-Hadi yaa, dedim. Nerde bu adam? Ama öyle naz kapris filan yapmaz değil mi?..
-Bizim arka mahalledeki imamın oğlu, benim çocukluk arkadaşım. Merak etme her şeyi ayarlarız, dedi…
O gün akşama doğru Eminönü’ne indik, önce vapura, sonra Gözcübaba otobüsüne bindik. Hiç bilmediğim bir mahalleye (sonradan mahallem oldu) vardık.
Aslında geldiğimiz yer Göztepe SSK Hastanesi’ne yakınmış. Nesrin Sokak’ın başına geldik. Murat köşedeki kendi evlerini gösterdi, sonra yukarı çıkıp valiz gibi omuz çantasını (onunki de Bekir’in çantasına yakındı ama içini tıka basa doldurmadığı için biraz kıvrık dururdu) bıraktı.
Sokağın arkasına geçtik.
Burada çok büyük bir boş alan vardı ve tel örgünün içi hurda araba doluydu. Şimdi orada bulunan büyük hastane işte bu araba mezarlığının yerine yapıldı…
Arka mahallede, yol kenarında bir sıra dükkân; bakkal, kasap, berber filan… Önlerinde küçük ağaçlar, bidonlar, kasalar ve birbirini tanıyan, selamlaşan esnaf ve mahalle insanları…
Birine girdi Murat, birini sordu. Sonra bir başka yerden biriyle dışarı çıktı:
Boyu benim boyum civarında, yuvarlak yüzlü, can erik gibi tombul yanaklı, siyah gözleri ışıltılı, "hemen şimdi gülüvereceğim" ifadeli ve çok sevimli bir arkadaştı bu… Tokalaştık ve tanıştık…
Sevdim onu, o da benden hoşlandı, hissettim… Adı İsmail Sefa İpşir, ki sonraki yıllarda üçümüz iyi arkadaşlar da olduk… Oturduk bir kanara, ordan-burdan konuştuk. O zamanlar en büyük hayalimiz büyük gazeteci olmak ya, uçurup duruyoruz lafları…
Sonra, tekrar görüşmek üzere vedalaştık.
Giderken birden aklıma geldi:
“Yahu Murat, dedim. Biz buraya ne için geldik, ne yaptık… Sen bana fotoromanda çocukları korkutacak yabaniyi oynayacak birini bulacaktın, biz geldik İsmail Sefa ile arkadaş olduk… Nerde bu bahsettiğin tip?
Murat ise: Hık-mık, dedi… Başka adam yok, dedi ve şöyle devam etti:
Ben aslında seni İsmail Sefa ile tanıştırmak için getirmiştim buraya… Bambaşka birini, hatta ızbandut gibi bir hırpaniyi aradığını da biliyordum… Ama bir şekilde, bu çocuğun da bizim oralara gelmesini, hatta Türkiye Gazetesi’nde beraber çalışmamızı çok istiyorum, onun için yani…
Muzip bakışları, sevimli suratıyla İsmail Sefa; çekmeyi düşündüğüm fotoromana aradığım adam kesinlikle değildi, ama arkadaş olduk…
O, sonraki yıllarda Türkiye Gazetesi’nde redaktörlük yapmaya başladı, çeşitli dergilerde genel yayın yönetmenliği yaptı, TGRT televizyonunun ana haber editörü oldu.
Ben ise o hafta Paşabahçe’deki tanıdıklarımdan birini (Konyalı Kerim İncefidan) ayarladım. Benden iki kafa yüksek ve kırk kilo kadar daha ağırdı. Bunun da suratı yakışıklıydı ama karalar maralar sürüp ilk fotoğraf çekimlerini yapmayı başardık…
Fotoromanım mı?
Yayınlanmadı!
Ne tatlı hatıralar :)Devamını bekliyoruz merakla…
Bu yazılarda birçok isim geçiyor. Okuyorlardır değil mi?
Birkaç satırla okuduklarını belirtseler bize ne güzel olur.
Ayşe
Heyecanla fotoromanın akibetini bekledim.
Neden yayınlanmadı? merak ettim doğrusu.
Yeniden denemeyi düşünmediniz mi?.. Eğer
düşünürseniz; Bir Anne ya da anneanne karakterine
ihtiyaç duyarsanız, beni düşünün lütfen:))
Selamün aleykum abi, ben şimdi İstanbul’da olsaydım hemen sizi bulup yanınıza gelirdim ama Rusya’dayim, Sochi’de.
Burnumun direği sızladı yazdıklarını okuyunca…
Kendimizden başka herkesi ve her şeyi kurtarmaya azmettiğimiz o masum saflığımızı anlat ta hiç değilse kendimiz kendi aklımızdan çıkmayalım…
METİN ARAS
Sana sattığım fotoğraf makinesinin parasıyla Boğaz’da yalı aldım:)
Ayrıca seni bizim mahalleye getirmek için İsmail’i alet ettiğimi hatırlamıyorum. Olsa olsa her istediğini buluruz diye kandırmışımdır seni.
Ayrıca başta sana sattığım o muhteşem makine olmak üzere ilgili şahıs ve olayların fotoğraflarını da paylaş yahu.
Diğer taraftan artık kabullenmeliyiz; acı ama, ihtiyarladık.
MURAT BAŞARAN
Şakalaşmaları da güzel. Bu kadar yıldan beri arkadaş olmaları da ne güzel.
Dikkat çekmek istiyorum. Murat beyin bir başka arkadaşını daha gazete çatısı altına sokma gayreti, bence bunların hepsinden güzel.
Böyle hatıralara ihtiyacımız var.
HAVVA
Abi Murat Başaran, Yangının Adı Leyla Murat Başaran mı? Eğer Öyleyse pabucunun dama atılması pahasına tanıştırsana beni 🙂
Bir bilseniz 30 saniyeler ne kıymetlidir. Bazen keşke 60 saniye niye vermediniz ben de neden pazarlık etmedim sanki neden diye şimdi kendime hayıflanıyorum. Mazinizden 7 roman çıkar. Keşke bu güzel hatıralar okuyanın yüreğini hafiften sızlatmasa.
Umarım bir gün o bir gün gelir…
Beni kaç yıl öncesine götürdün böyle? Ne zaman aklıma sen gelsen, Murat’la birlikte senin Beykoz’daki evine misafir olduğumuz geceyi hatırlarım. O gece yediğimiz tatlının ne olduğunu hatırlayabiliyor musun peki? Ben hala sanki az önce yemişim gibi tadını hatırlıyorum. Kemalpaşa tatlısı mı diyorlar, yoksa peynir tatlısı mı ondan… Yapanın eline sağlık. Kesenize bereket…
Yalnız ben de kötü adam rolü için biçilmiş kaftan diye lanse edildiğimi bilmiyordum. Sorarım ben Murat’a bunun hesabını… Daha dün gece konuştuk ama unutmuş olmalı bana söylemeyi bu yazıyı.
Her şey için bir kez daha çok teşekkür ederim. En kısa sürede yeniden bir araya gelmeyi ümid ediyorum. Seni kazıklayan arkadaşın yalısında da buluşabiliriz. Ya da Marmara’da. Bir an önce yapalım bir program inşallah.
Canımsın ya:)
Kötü adama bak sen!
Hatta demişti ki Murat:
“Bir koyunu iki ısırışta yutar, bir atı dişleriyle havaya kaldırır, bir yumrukta bir öküzü bayıltır…”
Onun için şaşırmıştım ya seni görünce. Ama zaten öyle demeseydi gider miydim senin ayağına? Benden meşhur oldun sonraları ama o zamanlar tanıyanın yoktu, bir Murat’mış işte ve ikinci ben!.. ;p
Tarihe mâlolduk işte hep birlikte, boşver gerisini :)))
Daha ne hatıralar var bende ama yazmak için tezahürat isterim!
M:)
Kerim İncefidan dün rahmetli oldu.