Malum, bizim memlekette teknoloji aynen Nisan yağmuru gibi yağıverir üstümüze!..
Örnek mi?
Televizyon…
Önce bazı kahvehanelerde ve bazı evlerde vardı. Herkes gider oturur ve saatlerce televizyonun “açılma saatini” beklerdi!..
Tatlı kahramanlar; Ayı Yogi, Bobo, Akıllı Bıdık…
Uzay yolu; Kaptan Körk, Mistır Sıpak…
Bonanza; Küçük Co, Baba Katrayt…
Küçük ev; Lora, öbürünün, sarı olanın adı neydi?.. Favorim de oydu aslında, unutmuşum, tüh!..
Hayvın hooo, vardı bir de, siyah atlı şövalye…
Dallas; Ceyar, Suelın… Görevimiz tehlike…
Bir sabah bi baktık; hurraaa, her evde bir televizyon!..
Televizyon ve televizyondakiler hayatımızın bir parçası değil, “hayatımız” oldu çıktı sonunda…
Rahmetli Şadiyanım teyze, her gün aynı saatte misafirliğe gelen, hep önüne bakarak haberleri okuyan, o saygılı ve yakışıklı çocuk görsün diye üst kattaki torununu çağırmaya başladı… Ama Nurten, Allah için güzel ve hanım hanımcık bir kız olduğu halde, bu terbiyeli çocuk sırf Şadiyanım teyzeye olan saygısından, ve terbiyesinden dolayı bir kere bile gözünü çevirip bakmadı ona!..
Haberleri okuyan (damat adayı) bu terbiyeli ve yakışıklı çocuk o zaman daha da yüceldi Şadiyanım teyzenin gözünde… Ama bir kere bile kendisine cevap vermedi; kimsenin olmadığı zamanlarda yaklaşarak fısıldadığı sorularına; “siz münasip görürseniz efendim” demedi. Televizyon sehpasının üzerine koyduğu orta şekerli kahvelerden bir yudum bile almadı.
Sonra televizyonların renklileri “fışkırıverdi” topraktan!..
Salonlarda, oturma odalarında zaten birer tane vardı da, mutfağına da almayanı “dövmeye” başladılar…
Zaten özel kanallar girince devreye, “her kişinin ayrı bir televizyonu” oldu, bilindiği üzere… Kafa kâatları nüfus cüzdanı şeklinden şimdiki pembe-mavi hale getirilirken kartın üzerinde yer kalmadığı için “kaç ekran televizyon kullanmaya müsaittir” ibaresi konulamadı.
Ama herkesin elinde bir uzaktan kumanda belirdi; zip, zap, zip, zap…
Bebeklerin adım attığı gün yerine, televizyonu açıp kapamayı öğrendiği gün sevinilmeye başlandı ve komşulara tatlılar-börekler dağıtıldı…
Aile fertleri aynı çatı altında kaç kişi yaşadıklarını falan unutmaya başladılar ardından…
Sonra bir telefon furyası başladı…
Çünkü herkesin canına tak etmişti telefonsuzluk. Bütün müracaatlar karşılanıverdi aniden… Noolmuştu ki böyle, kimse anlayamadı!..
Birer telefon müracaatı daha yapıldı ailenin bir başka ferdi adına; a aa, bunlar da çıktı ve bağlandı evlere…
Babalar, kendi babaları gibi “torunlar için telefon müracaatları” yapmaktan vazgeçtiler ama, dedeler güngörmüş, acı çekmiş kişilerdi…
“Bu işin kıtlığı var, savaşı var evladım, dediler… Akarken doldurmakta fayda var. Fazla müracaat göz mü çıkarır?.. Yazıl bir tane daha, yedek olsun. Yarın, Allah göstermesin seferberlik meferberlik ilan edilir, ihtilal mihtilal olur, devlet birini alırsa elimizden diğeri bize kalır… Ya da hastamız mastamız olur, başımız felan sıkışırsa satarız birini elimizi öpene, görürüz işimizi…
A, aa… Onlar da çıktı!
Hem de yıllarca beklemeden…
Artık salonda oturan kocalar mutfaktaki karısına öbür hattan telefon ederek bir bardak su rica etmeye başladılar…
Teknoloji, malum “rahmet gibi” yağıyordu insanların üzerine…
Ardından telsiz antenleri yükseldi çatılardan…
Ardından “cep telefonu olmayanların ortaokula kaydını yapmamaya” başladılar!..
Ardından daa…
…net’lendik!
En neti de buydu galiba, bildiğimiz zamanlar içinde; “teknolojik gelişmelerin topluma yansımasının örneği” sayılabilecek…
Bizim evde hiç pikap olmamıştı, hiç plağım da olmadı.
Ama hep duyardım; eskiler derlerdi ki:
“Her delikanlının cebinde çakısı olmalı…”
Bilgisayar ve internet, dedelerin tavsiye etmiş olduğu “çakı”ların yerini aldı kısa zamanda…
Çenem düşerse; aksilik, geveze de olmayan Nermin abla’nın her fındık mındık yemeye çalıştığında yerinden çıkan çenesiymiş gibi, bir kaç kişi elbirliğiyle sokmaya çalışır yerine de sokamaz, bilirsiniz!..
İyisi mi kısa kesmeli…
Ne diyorduk; teknoloji.
Murat zaten bizim “teknoloji özürlü” oluşumuzdan bahsetmişti zamanında… Şimdi de sağda solda, (ona; “şift tuşu”nun hangisi olduğunu soruşuma benzeyen) hikayeleri anlatıp duruyormuş…
Ben de artık ona hiçbir şeyi sormaz oldum, iyi mi?.. Çünkü öğrendim ki; bu iş için görevli insanlar var… Bunlar, bilgisayarında veya internete bağlanman konusunda bir sıkıntıyla karşılaştığında telefon edersen sana yardıma hazır insanlar…
Aysipi’ler yani… (Bu icp, lafın gavurcası!..)
Türkçesi ise İSS, yani İnternet Servis Sağlayıcısı…
Bu gariplerim, günün 24 saatinde, evindeki bilgisayarıyla boğuşmaktan bıkmış, yorulmuş olan ve “medet” diye haykıran bilumum acemilerin dertlerini dinleyip, onların problemlerini telefonda çözmeye çalışıyorlar…
Başarılı oluyorlar mı?
Hem de nasıl…
Bol bol örnek vereceğim size, gözlerinizle göreceksiniz.
Ben, zeki biriyim; icp, aysipi, İSS veya İnternet servis sağlayıcı, her ne haltsa onları çoktaan aştım…
Kendime, bu işleri en az onlar kadar bilen arkadaşlar buldum… Sıkışınca sarılıyorum telefona;
“Aloo… Canım benim, nasılsın bugün?.. Sesin canavar gibi geliyor; kendinden emin ve için kıpır kıpır…”
Ya, zaten bilgisayar kullanmak, interneti bilmek de ne ki; açarsın bir telefon, iş biter… Bu kadar!.. Görmüyor musun Avrupa Birliği’ne girmemizi engelleyen kokoreççiler dahi internet uzmanı olmuş da reklamlarda bile oynuyor!..
Bilal, bu işin erbabıdır. Hem de patronlarının bile onun bilgi ve tecrübesini farkedebileceği kadar hakimdir konusuna… Hatta internet ortamında “Bir dakika” isminde günlük bir gazete hazırlar şirketi namına.
Geçen gün gene onu aradığımda dedi ki:
“Aslında sana bir dergi tavsiye etsem daha iyi olacak… Bilgisayara ve internete BAŞLAMAK için çok güzel kılavuzluk yapıyor, bunun için hazırlanmış. Ben alıyorum onları…”
“İyi, sen almaya devam et. ALMALISIN da, diyorum.
Çünkü senden öğrenmek çok daha kolay!..”
Bugün yerimiz kalmadı, ama yarın sizler için (icp) aysipileri arayan “müşteri tiplerinden (ve triplerinden) enteresan örnekler” vereceğim. Kim bilir, belki de “HATIRLAYACAKSINIZ BİLE” bazı konuşmaları!..
Sabredin yarına kadar…
Stop
Muammer Erkul
28 Nisan 2000 Cuma