İyi ki yaptık bir şaka…
İlk okuduğum kalın kitaplardan biriydi… Romandı ve kitap olarak yayınlanmadan önce Avrupa’nın (şu an hatırlamadığım) bir ülkesindeki bir günlük gazetede tefrika edilmişti.
Romandan çok, giriş bölümünde uzun uzadıya anlatılanlar dikkatimi çekmişti.
Orada, romanın gazetede günlük olarak yayınlandığı sırada vuku bulan hadiseler vardı. Hikaye okuyucu tarafından öyle kabul görmüş ve gerçek olarak benimsenmişti ki; başroldeki kıza sürekli kötülük yapan kahramanlardan birini protesto için bütün şehir ayaklanmış, uzun saatler boyunca bu protestolar sürmüş, gazete binası dahi işgal edilmişti…
Bunca tepki, gazeteye değil; romanın kahramanlarından biri olan kötü adamın yaptıklarınaydı elbette… Ama günlerce durmayan bu ayaklanmanın sonucunda gazete yönetimi toplanmış, yayınlanmakta olan romanın akışını değiştirmişler, hikayedeki iyi kişiyi kötü kahramanın zulmünden kurtarmışlar ve hadiseler son bulmuştu.
Küçücük bir çocuktum o zamanlar. Ama, bir yazının okuyucuyla bütünleşmesi işte böyle olmalı, diye düşünmüştüm. Bu ilginç hadise bende büyük bir hayranlık uyandırmıştı.
Günü geldi biz de yazmaya başladık…
Ve elimizden geldiğince de kalbimizi koymaya çalıştık her satıra.
Aradan yıllar geçti.
Geçen haftaya geldik.
Nisan ayının ilk günü yayınlanmak üzere, (sonuna bir mesaj sıkıştırarak) bir şaka yapalım, bir “Veda Mektubu” yazalım dedik…
Gazete binasından 120 km uzakta, sabahın dördünde falan yatmıştım. Derin uykumda uzun uzun çalan telefon, ben açamadan kapandı.
Sekiz otuz sularında başka bir telefon daha geldi.
Gözüm kapalı, yatağın içinde kulağıma dayadım telefonu. Bu, H… idi. Memleketin kendi dalında en faal televizyoncularından biri yani.
Kırık, ezik ve perişan bir sesle;
“Sen, ne yaptın öyle ya?” Diye soruyordu.
Mühim bir şey oldu sandım. Çünkü bana telefon açmadan evvel ağlamış olduğu belliydi.
Kalkıp oturdum yatağın içine ve dinledim onu.
Az önce, gazetedeki “veda mektubu”nu okurken neler hissettiğini, nasıl ağladığını anlatıyordu. Ve, eğer bu hadise (yani veda mektubu) gerçek olsaydı yapacaklarını anlatıyordu.
Sakinleştirdim onu. Ama ardından başka telefonlar da geldi, kalktım yataktan…
Bir dost; hassas bedenindeki yürek çarpıntısının yarım saate yakın geçmediğini söyledi… Sonra askerlerimizden biri Muş’tan aradı.
Ardından cep telefonuma ve internet adresime mektuplar yağmaya başladı.
Onların birkaçını sizinle paylaşmak istedim. Çünkü bende birikince benim de yüreğime ağır geliyor yoğun mektuplar. Duygusal, hüzünlü, komik, eğlenceli, sevgi dolu pek çok mektup… Hadi, bugün biraz değişiklik olsun da, şu meşhur veda mektubunun üzerine bana gelen mektuplardan birazını paylaşalım sizinle:
* Sen gerçek bir delisin. Şakanı yüreğim çok zor kaldırdı. Neyse ki dozunu bilip gerçeği yazmışsın. Hep böyle kal sevgiyle.
(P.S.)
* Abi sen ne yaptın ya? Beni öldürmek mi istiyorsun? Yazılarını okumadan nasıl güzel bir güne başlanır ki?..
(…)
* Sakın haa! Gidişin, bitişim olur. Seni senden çok seviyorum güzel yüreklim, hem de çok.
(Z.)
* Lütfen Nisan ayının 1’inde yaptığınız şakanız bu konuda yaptığınız son şaka olsun… İnanın yazınızı okurken kalp atış şeklim bile değişti. Artık bu gazeteyi okumanın bir anlamı kalmadı diye düşündüm. İyi ki bu bir şakaydı.
(Tunç Güven/Hopa)
* Yapma böyle şakalar abi…
Muammer abi, artık gazete gelince sizin (yani bizim) köşemizin olduğu sayfayı açıyorum önce. Dünkü “Veda yazısı”nı okuyunca, malum film şeridi yine gözlerimin önünden geçmeye başladi. 1 Nisan şakası olduğunu öğrenince buruk bir sevinç yaşadım. Bilmiyorum sevindim ama durakladım bir an… Yazınızda bahsettiğiniz görüşlere tamamen katılıyorum, ah o -oradalar nasılsa- düşüncesi…
Rahmetli Barış Manço vefat etmeden önce, radyo dinlerken onun çok sevdiğim parçalarına rastlardım; ama pek dinleyemezdim -nasılsa orda, dinlerim- diyerek… Maalesef vefat ettikten sonra kasetlerini almaya, şarkılarını dinlemeye başladım. Millet olarak mı böyleyiz; yoksa insan olarak mı? Çevremizdeki pırlanta insanların, hep onları kaybettikten sonra değerlerini ve bizim için ne kadar önemli olduklarını anlıyoruz. Okulu bırakıp memlekete döndüğümde canım sıkılıyordu. Yapacak birşey yoktu ve ben eski gazeteleri çıkarıp bulmacalarını çözüyordum. Şimdi yine eski gazeteleri çıkaracağım ama bulmaca çözmek için değil, sizin yazılarınızı okumak için… Herşey için sağolun abi; yazdığınız için, okuduğunuz için, anladığınız için. Allah maddi-manevi sıkıntılarınızı gidersin.
(Fethi Ahmet Dursun)
* Yazının sonuna gelmeden gözyaşlarım aktı sana doğru. Sessizleşiverdim birden. Şuna inan, boşluğunu dolduramaz kimse!
(…/Ankara)
* Beni anam seni anlayayım diye doğurmuşşşş canım…
Ben simdi ağlamıyorum, artık sevinç göz yaşları döküyorum.
(R. Aytunç)
* Nisan 1 gol 2
Sabah 8:30, uyku mahmurluğu hâlâ üzerimde. Ama bugün kursa gitmeliyim. Hemen gazeteyi okuyup-daha doğrusu bizim köşeyi okuyup-çıkacağım. O da ne!.. Satırlar ilerledikçe benim kan basıncım da artıyor. Aklımdan geçenler ise, tam o günlerde beni yüzüstü bırakan çok değerli arkadaşıma, sizin de ortaklık yaptığınız.
“O da gitti, o da bir martının çığlığı kadar sebepsiz, kimbilir ne için beni yalnız bırakıyor. Hiçbir mantıklı açıklaması olamaz. Bu kadar güzel gidiyorken, böyle kolay terkedemez…”
Bu düşüncelerle satırların devamını okuyordum. Sonra “bu şakayı uzatmayalım” kısmını okuyunca, mahcup bir edayla yerimden kalktım ve; “O asla öyle yapmazdı zaten” deyip kursa gittim. Aynı gün beni arayan çok değerli arkadaşım, beni yüzüstü bırakmak bir yana… Yani, Nisan 1 gol 2 oldu!..
İkinizi de çok seviyorummm…
(Doğuş Bektaş)
* Stop
Sevgi ailesinin reisine merhaba. Öncelikle BRAVO!.. 1 Nisan şakanız “mükemmel”di. (Az daha yüreğime iniyordu.) Gazetede köşeniz yayınlanmaya başladığından beri her gün okuduğum halde sessiz çoğunluktan sadece birisiydim. İnşaallah bu hadiseden sonra sesli çoğunluğun bir üyesi olurum. Ayrıca sizden ricam, Osmanlılara daha çok yer vermenizi istiyorum.
(Denizli’den Hümeyra)
Stop
Muammer Erkul
13 Nisan 2000 Perşembe