Mavi Kırlangıç’ta okuduğum bir resimli hikâyeyi, çocukluğumdan beri hatırlıyorum… Özetle şöyleydi:
Bir sefer yolundaki molada, otağ-ı hümayun kuruluyor. Az sonra yaklaşan adam, niyetinin padişahı görmek, olduğunu söylüyor… İzin vermiyorlar haliyle; elini kolunu sallayarak gelen her kişi padişah huzuruna çıkabilir mi?.. Ama ısrar ediyor. “Görmeden gitmem. Hediyeler getirdim, illaki vereceğim”, diye tutturuyor…
Bu sırada Fatih Sultan Mehmed Han dışarıda bir şeyler olduğunu işitip, soruyor.
-Sultanım, diyorlar. Kapıya bir köylü geldi de, gitmiyor. Adam cahildir, huzûrda bir edepsizlik yaparsa, diye endişe ederiz…
-Gelsin, diye emrediyor Mehmed han…
Az sonra geliyor adam.
Çağların, kıtaların, ülkelerin fatihi olan… İmparatorları ve kralları korkudan titreten padişahını neşe içinde selamlıyor. Sonra da;
-Sana hediyeler getirdim padişahım, diyerek yanındakileri yere koyuyor ve örtülerini açmaya başlıyor… Çıka çıka ne çıksın? Biraz yoğurt, biraz tereyağı, biraz süt!
Eyvah!.. Devlet lisanında bu hareket; hükümdarı aşağılamak, ona hakaret etmek olduğundan, vezirler renkten renge giriyor ve muhafızlar kabzalarını kavradıkları kılıçlarını kınlarından tam sıyırıyorken…
-Durun, diye emrediyor yüce sultan… Durun. Çünkü bu köylü adam belki cahildir ama iyi niyetlidir. Ve bize; kendi bildiği, kendi gördüğü, yani kendine göre en kıymetli olan şeyleri hediye olarak getirmiştir… Biz de onu güzellikle uğurlayalım. Biz de ona, bizim bildiğimiz en değerli hediyelerden verelim… Onu hemen benim hazineme sokun ve taşıyabildiği kadar altın, gümüş, mücevherle gönderin köyüne!..
Bir ara kellesinin bile gideceğinden endişe eden adamcağızın o anki sevincini tahmin edebiliyor musunuz?..
Peki ya, o esnada gururu ve sultanlığı unutarak böyle bir incelik, hassasiyet gösterebilen Sultan Fatih’in büyüklüğünü düşünebiliyor musunuz?..
Konuya başka açıdan bakalım şimdi:
Aynı adam veya onu gören başka adamlar, iki saat sonra ve akşamüzeri, ve yarın sabah, ve bir sonraki mola yerinde; daha sonraki molada, ve savaş nizamı alınırken, çarpışmalar arasında, dönüş esnasında ve tekrar, ve tekrar, tekrar… Çadır kapısında gürültü yapıp… Yere biraz yoğurt ile yağ koyup… Birer çuval altın ve mücevher götürebilirler miydi, evlerine?..
Bunu hangi akıl ve hangi akıllı insan kabul eder?.. Veya bu düşüncesizlere ne denir; “cahil” mi, “eceline susamış” mı?.. Ya da cehalet ne zamana kadar mazeret olabilir; omuzların üstünde duran başlar için?..
Kelle uçurma adeti yok artık, malum… Artık basına sansür de yok… Ama bir şey var ki o da şu: Okuyucunun, izleyicinin tercih hakkı!
Hata nedir biliyor musunuz?..
Hata; aynı cahil köylüyü tekrar ve tekrar ve tekrar otağı hümayuna sokmaktır…
Hata; “ikisi de böcek değil mi” saçmalığı ile hem arının, hem de bilmem ne böceklerinin yaptığı ürünlere aynı sofralarda yer vermektir!
Hata; her yazarı yazar, her gazeteyi gazete, her televizyonu televizyon, her programı program sanmaktır…
Adresi belli olmayan çakalların peşi sıra, yalın ayak başı kabak karanlıkların içine yürüyenleri, gün ışırken çuvalların içine doldurulmuş bulurlar!
Alıcısı olmayan malı-fikri kim satsın, nasıl satsın?..
İğneler ve çuvaldızlar da belki bunun için pek alınmıyor, satılmıyor.
Fakat işte bugün iğneler ve çuvaldızlar “hediye” ediyorum size. Her ne ise uygun olan öyle yaparız, öyle yaparsınız!
Stop
Muammer Erkul
22 Ocak 2006 Pazar