Enver Ören, Yanya’nın Grebene şehrinden mübâdil olarak Denizli’ye yerleşen bir ailenin çocuğudur. Bu sebeple Osmanlıları çok hayırla yâd eder, “Onlar olmasaydı, şimdi belki biz olmazdık” derdi. Demiryolcu ve inşaat ustası babası Nazif Efendi (1902-1953), dindar, dürüst ve cömert bir insandı. Elindekini muhtaçlara borç veya sadaka olarak dağıtır; isimlerini kimseye söylemez; ailesine de, “Düşünmeyin; fazlası gelir” derdi. Gerçekten vefatında borçluları ve sevenleri 10 bin lira toplayıp verdiler ki, senelerce kazanacağından fazla bir paraydı. Anne Melike Hanım da Grebene mübâdiliydi. Sıkıntılara asaleti sayesinde göğüs germiş cömert bir Osmanlı hanımıydı. Nazif Efendi, soyadı kanunu çıktığında Ankara Keçiören’de bir mektep inşaatının başında idi. Bu sebeple Ören soyadını aldı. 6 yaşından beri mahalle câmiinin müdâvimi olan Enver Bey’in güzel sesiyle okuduğu ezanlar işitenleri âdeta büyülerdi.
Zeynülmecâlis
Enver Bey, 15 yaşında iken, babası vefat etti. Ancak baba, oğluna yüksek tahsil yapmasını ve namazını bırakmamasını vasiyet etmişti. Bu sebeple o zamanlar fakir bir Anadolu ailesinin çocuğunun bedava okuyabileceği yegâne mektep olan İstanbul’daki Kuleli Askerî Lisesi’ne gitti. Bunun için yaşını bir yaş küçültmek gerekti. Bu sebeple Eylül 1938 doğumlu olduğu halde, nüfusunda 10 Şubat 1939 tarihi yazılıdır. Sonra Fen Fakültesi’ni bitirdi. Bahriyede yedek subaylık yaptı. Arar gemisi ile hidrobiyolojik araştırmalarda bulundu. 1966’da NATO bursuyla Napoli’ye gitti. İki sene sonra memlekete döndü. Doktorasının bitimine iki ay kala, asistanlığı bırakıp, gazeteciliğe başladı. 1970’de Hakikat (sonraki adıyla Türkiye) gazetesini kurdu. “Hakkı Söylemeyen Hakkın Sillesini Yer” sloganı ile o zamanki siyasî hayatta kendisinden beklenmeyecek kadar mühim rol oynadı. Eve dağıtım sistemini Türkiye’de ilk o tatbik etti. Tiraj rekoru kırdı. Üç ihtilâl geçirdi. Buna rağmen 40 yılı aşkın bir zamandır varlığını ilk sahibiyle sürdürmektedir.
Enver Bey, çocuk yaşta Abdülhakim Arvasi’nin talebeleriyle tanıştı. Arvasi’nin, kıraatini çok beğendiği harb malûlü Sâlim Bey’den Kur’an-ı kerim öğrendi. Arvasi’nin oğlu müftü Mekki Efendi’den ders aldı. Mekki Efendi kendisini çok sevdi; zeynülmecâlis (meclislerin ziyneti) adını taktı. 1954’te hocası olan Hilmi Işık’ın sevgi ve itimadını kazandı. Böylece 47 sene sürecek bir beraberlik başladı. 1968’de hocasının kızı ile evlendi. Hilmi Işık’ın çeşitli dillerde neşrettiği kitapların dünyaya yayılmasına çalıştı. Bunun için, tozsuz tebeşirden akupunktura derken, geniş finansman imkânları hâsıl etti.
“İnsanlara hizmeti” hayat şiarı edindi. Misyonunu gerçekleştirmek uğruna hep ekonomik sıkıntılar çekti; sağlığını kaybetti; ama asla pes etmedi. Bir defasında da şöyle anlattı: Türkiye gazetesi bir ara Mehmed Ali Türksever’in Güneş matbaasında basıldı. Bana “Bu gazetenin arkasında kim var?” diye sordu. Kulağına eğildim. “Allah var!” dedim. İnanmadı; teminat mektubu istedi; bulup verdik. Seneler sonra birkaç gazete patronu ile toplantı hâlinde iken geldi. Gözleri artık görmüyordu. Bastonunu yere vurarak, “Arkamda şunlar var diyen battı. Arkamda örtülü ödenek var diyen (Yeni Ekspres) battı. Arkamda Allah var diyen batmadı, batmaz!” dedi.
KİMSEYİ DÜŞMAN EDİNME!
Gazetenin bir yemeğindeydik. “Size muvaffakiyetinizin sırrını sorsalar, ne cevap verirdiniz?” diye sordum. “Güler yüz, tatlı dil, kimseyi kendine düşman edinmemek” diye cevap verdi. Gerçekten her hal ve şartta, yüzü gülerdi. Fikren uyuşmadığı kimselerle bile arası iyiydi. Sosyal pozisyonuna rağmen, aşırılıklardan uzak, sade bir Müslüman yaşantısından hiç vazgeçmedi. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Rumca, Arapça ve Farsça bilirdi. Teknolojiyi anında takip ederdi. Karşısındaki daha sözünü bitirmeden, ne dediğini anlayacak kadar zekiydi.
Herkes onu iş adamı, gazeteci olarak tanıdı. Ama çok zengin bir manevî dünyası vardı. An’anevî din anlayışı ve politik tavrı sebebiyle bazı kesimler kendisine soğuk dururdu. Memleket şartlarından haberdar olmadıkları için ince siyasetini anlamakta zorluk çekenler, kendisini ve faaliyetlerini doğru değerlendiremedi. Ama güler yüzü, tatlı dili, mütevazılığı, merhameti, en mühimi cömertliğinden dolayı, seveni her zaman daha fazla oldu.
Bilhassa Ehl-i Beyte ve Osmanlılara sevgi ve bağlılığı sonsuzdu. “Evlâda yapılan, babaya yapılmış gibidir” derdi. Napoli’de tesadüfen Sultan Hamid’in sürgündeki zevcesi Behice Sultan ile tanıştığını; her gün yanına gittiğini anlattı. Buna dair hatıralarını bir zaman evvel bir mecmuada neşretmiştim. Mediha Sultan ailesinin zaruret içinde olduğunu işitince, kendilerine maaş bağladı. Bu aileden Fethi Sami Bey, “Enver Bey, gerçek bir Osmanlı evladıdır” derdi. Sultan Hamid’in gelini Andelib Hanım’a çok hizmeti geçti. O da Enver Bey’i manevî evlâdı saydı. Napoli’den dönerken Behice Sultan, “Bizi kendine alıştırdın. Doğurduğum çocukları bile senin kadar sevmedim. Şimdi beni bırakıp gidiyorsun. Hak revâ mı bu?” demişti. Şimdi sevenleri de aynı şeyi söylüyor. Kendisini rahmet ve minnetle anıyoruz.
EHL-İ BEYTE VE OSMANLILARA BAĞLIYDI
Çeşitli vesilelerle buluşma imkanı bulduğumuz Enver Ören’i herkes gazeteci ve işadamı olarak tanırdı. Ama çok zengin bir manevî dünyası vardı. Bilhassa Ehl-i Beyte ve Osmanlılara sevgi ve bağlılığı sonsuzdu. “Evlâda yapılan, babaya yapılmış gibidir” derdi.
Enver Ören, Harun Osmanoğlu ile…
Hakikat Gazetesi’nin ilk nüshası (22 Nisan 1970)
Ekrem Buğra Ekinci (Türkiye / 27 Şubat 2013 Çarşamba)