Onu 1971 sonlarında tanıdım. O tarihte ben Yeni Asya Gazetesi’nde gazetecilik öğrenen gencecik bir delikanlıydım, o “Hakikat” isimli (sonra Türkiye oldu) bir gazetenin sahibiydi…
Sürekli tebessüm eden, mütevazı, dikkatli, şefkatli, mültefit yapısıyla hemen dikkatimi çekti.
Romanlarım kitaplaşmaya başladığı dönemde, bazılarını gazetesinde tefrika etmek üzere izin istediğinde, “şeref duyarım” dedim.
“Ama” dedi, “param yok, ahrete çek keserim.”
Sonra sonra çok parası oldu, çok şirketi oldu, şirketlerini çok geliştirdi, çok büyüdü, yaygınlaştı…
Bazı insanlar vardır, dünyevi tarafı geliştikçe uhrevi tarafı çöker. Enver Abi (Ören) bu konuda istisnalardan birini teşkil etti, dünyevi anlamda büyürken, uhrevi anlamda da büyüdü.
“Bir oğlum oldu” dediğinde gözlerinin içi her zamankinden daha parıltılı, daha güleçti… Ne isim verdiğini sordum, “Dua niyetine Mücahit” dedi…
Böylece bir süre sonra dünyaya gelen en küçük oğlumun adı da belirlenmiş oluyordu: Mücahit (tabii dua niyetine)…
Son yıllarını hastalıklarla geçirdi. Gitgide bozulan dünyaya paralel olarak sağlığı da bozulmuştu. Çünkü “derdi olan insan”dı…
Umursamazlar dünyasında “dertli” olmanın, hele de “öteki”nin derdini “dert” edinmenin, yüksek bir “insanlık mertebesi” olduğunu biliyorum.
Keşke aklıma ilk geldiği gün ziyaretine gitseymişim. Gidemedim ne yazık ki. “Yarın” diye geçirdim içimden, “yarın giderim.” Ne var ki, “yarın” hiç olmadı. Bir türlü gidip görüşemedim.
İkimiz de çok yoğunduk. “Hizmet” mülâhazasıyla çıktığımız yolun zaman zaman darbeciler, zaman zaman art niyetliler tarafından sık sık kesilmesiyle ortaya çıkan zorluklar, ikimizi de hummalı bir faaliyet ortamına sürüklemiş, kendimizi bile unutmuştuk.
Yoğunlukların ardından yorgunluklar, hastalıklar geldi, görüşemedik.
Dostları hep yaşayacak zannediyor, insan. Hep öyle kalacak ve istediği her zaman gidip görebilecek, konuşabilecek, sevgisini fısıldayabilecek…
Derken, bir gün âniden “öldü” diyorlar… “Bu kadar âni mi?..” diye şaşırıyorsunuz.
Her ölümün “âni ölüm” olduğunu bile bile…
Yine de dostların arasına hiçbir “mazeret” girmemeli. Ne çare ki giriyor. “Sonra” diyor ve sonsuza havale ediyorsunuz.
Hiçbir “sonra” sizin değildir ve olmayacaktır. Olmadı da maalesef. Aramıza “zaman” girdi. Ama uzaktan hep takip ettim, sağlığını daima merak ettim ve çok dua ettim.
Nihayet “öldü”ğünü duydum. Yüreğim de, gözlerim de kontrolden çıktı. Vaktiyle bana “yanlış” gibi gelen tüm davranışlarını anında unutup, dostun “dost” için hissetmesi gereken neyse, sadece onu hissettim: Derin bir acı!
Yüreğime Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”si düştü…
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan…
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer, dönmeyecekler.”
Ölümün, “ikinci bir doğum” olduğuna can-ı gönülden inananlardanım…
“Faniden ebediyete geçiş” anlamı taşıdığı için, ölümün doğumdan daha kutsal, daha etkileyici, daha uyarıcı bir mucize olduğunu düşünürüm hep…
Buna rağmen bazı ölümler beni çok etkiler, çok sarsar… Çünkü bazı gidişlerden geriye kocaman, doldurulamaz bir boşluk kalıyor…
Allah rahmet eylesin! Tüm yakınlarının ve sevenlerinin başı sağ olsun.
Yavuz Bahadıroğlu (25 Şubat 2013, Pazartesi / Yeni Akit)
2013-02-27