Yılın kıllı şairini dinleyen ikinci sınıf yolcular, Çınaraltı ve Sahaflar&

 

Taşıdığı siyah çanta üzerinde “Şiir yazarı Şair” yazan adamı çok kişi hatırlar; çünkü yakın zamana kadar bir yerlerde görürdük…

Ben, elinde incecik şiir kitapları, vapur vapur dolaşarak; “kendim yazdım kendim satıyorum” diyen şairi de hatırlıyorum… O bir genç adamken, bizler biraz çocuk birazcık ta adamdık! Çocuk olduğumuzu tabii ki kabul etmezdik. Delikanlılığımızı ispatlamak için semtimizin uzaklarına gitmeye çalışır; vapura binip karşıya filan geçerdik…

 

 

Şu bildiğiniz şehir hatları vapurlarının her istediğiniz yerinde oturamazdınız. Çünkü vapurlar insan sınıflarına göre ayrılmıştı… Ön kısım, en ucuz biletle seyahat edilen “İkinci”, arka taraf “Birinci”, kıçtaki bölünmüş küçük salon ise “Lüks” mevki idi. Ki burada oturanlar ayrıca fark öderdi… Mukavvaya basılmış ve şimdiki şehirlerarası tren biletlerine benzeyen küçük biletler alınıp öyle binilirdi vapura. Bunları kontrol edip uçlarından yırtardı memurlar. Lüks mevkide oturanlara, ince kâğıttan ikinci bir bilet daha keserlerdi, ücret farkını aldıktan sonra… İnerken de iskelenin çıkış kapısında biletler toplanır; yani her yerde “kaçak” yolcular yakalanmaya çalışılırdı… Kaçamayan biletsiz biri yakalanırsa yüklü bir ceza öderdi…

İşte 70’li yılların seyahat manzaraları!.. Bu biletlerden saklamak lazımmış…

Fakat, zaten her insanın istediği her yerde oturmasının serbest olabileceği kimsenin aklına gelmezdi ki!..

Bunları okurken şaşıracağını biliyorum 80’lerden sonra doğanların. Çünkü ben de yazarken şaşırıyorum; ne kadar zamanda neler değişmiş de, unutmuşuz bile!

 

 

Lüks mevkideki salonun duvarları, vapurun arka kıvrımına uygun yuvarlak dönerdi. Cama ensen dönük oturur, karşı pencerelerden dışarıya bakardın. Ayrıca tek kişilik seyyar koltuklar vardı lüks mevki salonunda ve birkaç da masa. Çaycılar bile koşup, ilk önce buraya servis yaparlardı; çünkü en yağlı müşteriler lüks mevkide otururdu…

En yağlı müşteriler, ve bir de; hayatının ilk kızını tavlamaya çalışan saftirik delikanlılar!

Kızcağızın kucağına yığılan ve ancak beygir önüne konacak büyüklükteki çiçek demeti; “seni çok seviyorum” demenin… Lüks mevkide iki yumuşak tekli koltuğa karşılıklı oturup biletçiye iki kişilik fark ödemek; “ben zenginim ve senin için hiç bir masraftan kaçmam” demenin, diğer yoluydu!.. Halbuki kafalar her zaman cepteki paranın hesabını tutmakla meşguldü: Kaç kuruşum daha kaldı ve acaba ben bununla en iyi ne yapabilirim?..

Yapacağın ise; en fazla iki muhallebi… Veya isteyecek kadar adını öğrenebilmişsen pirof, porfti, porfturol, piroftirol, her ne naneyse işte; profiterol veya bir başka tatlı ısmarlamak… Sonra da, evinin yakınlarında birlikte görünmemek için, kızı dolmuşa veya taksiye yalnız başına bindirip, üstelik şoföre de parayı peşin vermek…

Ardından?.. Eve kadar yaya yürümek ve birkaç gün arkadaşlardan borç alarak idare etmek… Üstelik bununla gurur duymak!..

  

 

Nerden geldik bu muhabbete? Üç beş tanesi hala kömürle çalışan vapurların mevkilerinden…

“İstanbol vaporunun birinci mevkı’inde otururken, fevk’alâdenin fevkınde, mest olurduk” edasıyla konuşmaya çalışan, şimdilerin Bülend hanımefendisi; o zamanlar ekrana bakan bütün kızların yüreğini hoplatan bir uzun delikanlı… Ki bu abi mikrofonu alıp bir çekti mi; genç kızların ciğerini çekiyor, sanki vakumlar gibi!.. Zaman mı? Tam bilmiyorum… Nasıl haberleri olduysa Bostancı’da bitiveren foto muhabirlerinin objektifleri önünde ve üryan halde iskeleden denize atlamamışken… Yine  tam hatırlamıyorum ama, belki de saçlarının afro zamanı, ve kim bilir belki de vapurlardaki sınıf farkını protesto etmek gayesiyle!..

Akıllara gelse protesto da edilirdi belki. Ama insanlar “kötü yerde oturuyor ama daha az ödüyorum” diye düşünürdü.

Birinci mevkiin koltukları, şimdi çalışan vapurlardakilere benzerdi ama İkinci sınıf denen ön kısımda minder filan yoktu. Koltukların tahtası üzerine oturuyordu insanlar…

Ağır olan; ikinci sınıf salonunda oturmak değildi aslında. Ağır olan; “ikinci sınıflığı” kabullenmekti!.. O yüzden çoğu delikanlı ucuz bilet alır, ama oturmayıp ayakta dolaşırdı…

 

 

 

İşte, genellikle ikinci sınıf salonunun kapısından girip: “Ben yazdım ben satıyorum: Acıya Kurşun Geçmez!..” Diyerek kitap satmaya çalıyordu; bilmem hangi senenin genç şairi… Bir gün dışarıda, boşlukta, ayakta tanışmıştık onunla. Kitabını da almıştık hatta. Arkadaşlardan biri “Bu da şiir yazıyor” deyip, beni göstermişti Hüseyin Avni Dede’ye… Bana baktı koca gözleriyle, adımı sordu, söyledim… Tekrar etti, mırıldandı ve “Çok güzel ismin var, söylenmesi çok hoş, tam bir şair-yazar adı” dedi…

 

 

Sonradan onu yıllarca Beyazıt’taki büyük çınarın altında gördü herkes: Bir sürü kıl ve ortasında iki tane göz, olarak… Kocaman bir kara palto ve içinde Hüseyin Avni Dede… Ceviz gibi! Kimi “bitlidir” diye yanına yanaşmaz, kimi birlikte fotoğraf çektirmek isterdi… Sanırım kilo aldıkça; Ağustos ayları dahil, sırtından hiç çıkarmadığı o eski paltoya sığamaz oldu, ve bir yelek giymeye, ceplerini öteberiyle doldurmaya başladı. Artık gümüş takı filan satmaya başlamıştı. Bazıları onun şairliğini bile bilmez oldu… Benim için de şairliği değildi önemli olan. Çünkü ömrümün bir dönemi şiir okumayı sevdim, ama o zamanlar değildi…

Bilmem kim tarafından verilen ve bilmem hangi senenin “yılın genç şairi” ödülünü almış olmasaydı, belki de normal bir insan olarak yaşayıp gidecek, ama yakınları hariç hiç kimse tarafından hatırlanmayacaktı… Bak şimdi ben bile hatırlıyorum onu; hatıralarımdan beriye gelemese de…

Bir satır şiirini bilmem, ama o benim ismimi daha o zaman edebiyat dünyasının içinde görmüştü!.. Büyük adamdı yani Hüseyin Avni, kim ne derse desin; en azından Sahaflar Çarşısı’nın üniversite tarafına açılan kapısının ardındaki “Çınaraltı” ismiyle nam salan meydanda yükselen çınar ağacının bir dalı gibi algılana gelmişti yıllar boyu…

 

 

 

Senelerdir görmem de, bilmem de… Sahaflar (yani eski kitap satanlar) Çarşısı özünü değiştirmeye, ruhunu yitirmeye başladıktan sonra, ayağım gitmedi oralara… Hâlbuki bir simit ve yol paramı ayırıp; nem varsa bırakırdım çoğu zaman; yerlere serili brandalar üstüne dökülmüş yığınlar içinden seçtiğim okunmuş kitaplara… Yavaş yavaş okul kitabı, kırtasiye malzemesi, yardımcı ders kitabı satışlarına filan dönen esnaf, hızlı para kazanmanın yolunu tuttu. Veya/yani şartlar değişti. Böyle olunca, müşterileri de değişti…

Sahaflar Çarşısı yine var, yine birilerinin hatıralarına giriyor. Amma velâkin, bir sorun bakalım eski çarşı nasıldı; eski Sahaflar Çarşısı’nın kokusunu bilenlere!

  

 

1 Yorum

  1. Her yolcu ikinci sınıf yolcudur her şair…

    BORA

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir