Komiklik uyduracak değilim; bildiklerimi yazacağım sadece…
Fakat öyle bir durum var; bu arabalar hakkında ne yazsan ilginç, ne söylesen komik, ne yaşasan neredeyse ibretlik oluyor!
Ayrıca, bahsi geçen arabalar mı ilginç te sahibini de ilginç kılıyor; yoksa ilginç adamların ortak tercihi mi olmuş, bu tuhaf şeyler, bilmiyorum…
“Vosvosum var” diyen kimsenin, “ben sıradan biriyim” demesi; adı Temel olan ve burnu takasının burnuyla yarışan adamın: “Haçan pen Karatenuz’lu teğilum” demesine benzemez mi?
Vosvos hikâyeleri avcı hikâyelerine benzemez! Çünkü avcıların çoğu; “ben bir fil vurdum ama kalkıp kaçtı…” Veya; “baktım ki üç metrelik bir boz ayı. Bastım tetiğe, ama kurşun koymayı unutmuşum” filan gibi bağlantılarla, en heyecanlı yerinde kesilir… Anlatılan olay büyük ama el hep boştur… Vosvos hikâyelerininse hepsi gerçektir; eğer onu peşin peşin bir arkadaş, bir dost, bir adam kabul etmen kaydıyla…
…..
İsmi olmayan bir tosbağa gördünüz mü hiç?
Eğer isimsiz bir kaplumbağa gördüyseniz, bilin ki; o araba henüz, koltukta oturan şu adamın olmamıştır!
Kaç kişi bilirim; arabasına canlı gibi davranan…
Bu çok mu acayip geliyor kimilerine bilmem, ama böyledir… Başka hangi arabanın üzerine bir at gibi battaniye örter, soğuk gecelerde sahibi?.. Bütün arabaların kaloriferi yolcuyu ısıtmak için açılır ama neden kaplumbağaların kaloriferi “önce araba ısınsın” diye açılır?.. Hatta “araba” demek ayıptır, ismi söylenir; “önce Böcek ısınsın” gibi…
Durdurun yolda giden bir vosvosu da sorun bakalım sürücüsüne; bununla kaç tane acayip vaka yaşadın, diye…
Anlatır mı sorunca? Anlatmaz…
Neden?.. Çünkü bunları kime anlattıysa, kendisine “kaçırmış” gözüyle baktıklarından, böyle “sır”ları sadece vosvosçularla paylaşmayı alışkanlık haline getirmişlerdir.
Bu engeli aşmak için önce “sıkısından” bir iki tane “sır” öğrenin, ilk önce siz anlatıp kapıyı aralayın ki, konuşsun. Ağzından laf almaya bakın. Bilin ki her vosvos, esrarlı bir kapalı kutudur ki; işte sahibi de oturur içinde, bütün sırlarıyla birlikte…
Eski arabaların ne yapacağı hiç belli olmaz…
Tam da tamirhane önünden geçerken bozulanlar, sadece eski arabalardır… Pek çok eski arabanın yakıtı tam benzin istasyonunda biter; pompayı biraz uzatınca veya azıcık arabayı ittirince depoyu doldurabilirsiniz.
Üç şehir uzağa gittik bir gün onunla, sonra epey yokuş çıktık. Bir bahçe içindeki düzde durduk. Ben ondan indim, biraz ileride beni bekleyen kızıma doğru yürüdüm, önünde diz çöktüm, göz göze geldik, gülüştük birbirimize, çok özlemiş olarak kollarımı açtım… Tam sımsıkı sarılıp kokusunu içime çekmeye başladığımda herkes aynı anda bağırmaya başladı; “arabaya bir şey oluyor” diye…
Arkamı dönüp baktım ki; kudurmuş gibiydi kıskançlıktan! Motoru çalışmadığı halde içinden büyük gürültüler geliyor, dumanlar, buharlar fışkırıyordu… Koştum yanına, sevdim, konuştum biraz da sakinleşti… Bir daha da onun gözü önünde kimseye sarılıp öpmedim!
Onunla bir kaza da yapmıştım, adı Ceylan’dı… Okmeydanı hizasında yağışlı bir havada kaymıştık. Aslında pozisyon çok tehlikeliydi ama biz; “daha iyisi olamaz”, denecek şekilde durmuştuk… Bariyere doğru kaymış, iskeleye yanaşan bir gemi gibi yandan yaklaşmış, önce sol arkası sürtünerek yavaşlamış, sonra da sol ön far üzerinden dönerek burundan girmiştik… İnip hemen yukarı koşmuştum; başka biri görmeden gelip yaralı Ceylan’ıma vurmasın diye…
O kazada beni kurtardı ama kendisinde biraz hasar kaldı. Hem de fiziksel değil, psikolojik açıdan!.. Bana inadına bazı şeyler yapmaya başladı…
Silecekleri de çalışmıyordu bazen, bazen su atmıyordu… Ne yapayım, ben de çaresizlikten koca bir kola şişesi dolusu su taşıyordum ayaklarımın altında. Problem olunca sol kolumla şişeyi uzatıp cama su atıyordum dışardan, önümü görebilmek için…
Bir gün köprü trafiğine yakalanmıştık, ilerleyemiyorduk. Cam buhar yaptığı için iki pencereyi de dört parmak kadar açmıştım. Fakat Ortaköy ayaklarını biraz geçip denizin üzerine çıkınca, kuzeyden yani Karadeniz tarafından esen rüzgâr iyice hissedilmeye başladı. Fırtınada zaten köprü sallanır ya, trafik durunca bunu iyice hissedersin… Solumdaki cam kulağımın kepçesine kadar inik, bir taraftan giren buz gibi rüzgâr karşı camdan çıkıyor… Buharı filan unuttum, sol elimle pencere camının kolunu tutup çevirdim. Ne olduysa sıkıştı, dönmedi, cam kapanmadı. İyice zorladım, ve… Elimde kaldı! Ölür müsün, öldürür müsün?.. Trafik ise ne duruyor ne gidiyor, köprü sallanıyor, dışarısı görülmüyor. Ve sulu karla karışık rüzgâr başımın üstünden geçiyor… Elimle camı ittiriyorum kalkmıyor, kafamı direksiyona kadar indiriyorum, olmuyor… Tepem dondu ki, donmak ne kelime; sanki buzdan bir takke giymişim başıma…
-Seni satacağım, diye bağırdım. Satmazsam n’olayım!
Sen misin o lafı söyleyen? O günden sonra iyice bozuldu aramız ve hikâyesi uzundur, en sonunda İstanbul dışında bir yere gitti! Bir daha hiç göremedim…
Aslında ilk aldığım araba başkaydı…
Fatih’te kalıyorum arkadaşlarla. Sıtkı, Bekir, Ahmet ve İrfan… İrfan çeşitli işler peşinde ve kendini büyük işadamı olmaya hazırlıyor. Bir Volkswagen arabası var 63 model mi ne, rengi gri, plakası 34 HP… O zamanlar bir de Halkçı Parti var piyasada, gülüşüyoruz…
Hani bu, “arabası babamdan büyük” misali ihtiyar bir tosbağa…
Fatih’in ortasından geçen cadde geniştir. Ve gidiş geliştir… Bir de bunu kesen caddeler vardır ki yukardan gelir taa aşağıya kadar iner. Fatih karakolunun köşesindeki ışıklardan Draman’a doğru çıkan cadde… Yokuşun solundaki küçük sokaklardan birinde kalıyoruz; daha doğrusu onlar kalıyor da ben uzatmalı misafir sanatçı!
Köşeden “tor, tor, tor” sesleri duyulunca herkes biliyor ki İrfan geldi… Gelmesi problem değil de sabahları gitmesi dert. İrfan, Sıtkı, ben, Bekir ve Bekir’in bavulu beşimiz arabaya doluşuyoruz. Üç beş kere “köh, küh” yaptıktan sonra, ayağımızın altındaki deliklerden yolun geriye doğru kaymaya başladığını görünce, arabanın ileriye doğru hareketlendiğini anlıyoruz…
Tabii ki arabanın böyle kendi kendine çalışması nadirattan… Genellikle hep birlikte yüklenip sokağın köşesine kadar ittiriyoruz. İrfan binip frene basıyor ve bizim binmemizi bekliyor. Sonra yokuş aşağı salıyor, arada bir vurdurmaya (çalıştırmaya) uğraşıyor arabayı ama, nafile!.. Fatih-Karagümrük arasındaki ana caddeye kadar gelip, büyük ihtimalle tam da yolun ortasında duruyoruz… Sabırsız ve halden anlamaz bir takım sürücülerin “daat, duuut” sesleri arasında tekrar arabadan inip, yolun karşısına kadar tekrar arabayı itip, sonra hareket halindeki arabaya tekrar doluşup ve tekrar yokuş aşağı gitmeye başlıyoruz… Burası uzun bir mesafe ya; şimdi altından metro geçen Vatan Caddesi ve karşı tarafındaki lunapark görüldüğü yerde biz hemen sola sapıyor, tam oradaki tamirciye giriyoruz… Aslında bizim uğraşmamıza lüzum bile yok. Bu ihtiyar tosbağayı (aslında yıl itibariyle o zamanlar çok ta yaşlı sayılmazdı) belki ta yokuşun tepesinden bıraksak, kendi bile gelebilir tamirhaneye. Çünkü eminim ki yolu biliyordu, Hüsmenağa’nın eşeği gibi!
-Sana bunu satayım mı, dedi bir gün İrfan.
-Sat ama, dedim. Param yok!
-Ondan kolay ne var, dedi. Bulursun…
-Kullanmayı bilmiyorum, dedim.
-Arabasız öğrenilir mi, dedi. Öğrenirsin…
-Ehliyetim de yok, dedim… (Sürücü Belgesi lafı sonradan çıktı.)
-O iş te kolay, çalışır alırsın, dedi. Hem zaten biliyorsun benim de yok ehliyetim. Bak hiç dert ediyor muyum? Yolda çevirme olduğunu görürsem, hemen kenarda duruyor ve inip arabadan kaçıyorum. Biz götüremezken kim götürebilir ki durduğu yerden bu arabayı? Ekipler çekilince de gidip alıyorum!..
Bunları konuştuktan sonra diyecek lafım kalmadı. Ruhsatı verdi bana ve benden bir miktar para aldı, demek ki ayın başlarıymış… Ruhsata baktım ve;
-Kim bu adam? Dedim tanımadığım ismi göstererek…
-Bana satan adamın satın aldığı adama satan adamın satın aldığı adama satan adam…
-Peki normal bir şey mi bu? Diye sordum.
-Hayır, dedi. Ama bu işler böyle işler!..
Uzun süre de bende durdu arabanın ruhsatı. Ehliyeti olmayan İrfan ise ruhsatı olmayan ihtiyar tosbağa ile dolaşmaya devam etti. Bu süre zarfında ise ben ne paranın kalan büyük kısmını bulabildim, ne de araba kullanmayı öğrenebildim…
Yani ilk arabamın sadece ruhsatına sahip olabildim, o da geçici süre…
…..
Şimdi kim bilir kimlerin hatırına nice araba hikâyeleri gelmiştir, biliyorum. Ama burası sizin köşeniz değil, benim köşem, üzgünüm… 🙂
Güzel bir yazı olmuş. Özellikle vosvosun insanlaştırılması konusu çok iyi. Zevkle okudum.
Gürkan