Duygu Bahçemiz (BELKİ MAKAMINDA – Murat Başaran)


Sabah her zamanki gibi kalktım…

Yorgun ve bıkkın.

Sonra lavabo önündeki o anlamlı dakikalar.

Yüzüme uzun uzun bakıp, kendime hayranlık, geleceğime dair haşmetli hayaller ve sakal traşı keyfinin yerinde, donuk ve kararsız hatta sadece etrafındakilere değil, bizatihi kendine sıkıntı veren tabloyu inceledim.

Bu durum yeni olmadığı için sarsmadı zaten.

Yapmam gerekenler, yapabileceklerim ve yaptıklarım arasında yaşadığım ve tamamı içimin derinliklerinde gömülü krizlerimle, bir bardak çay standardına geldi sıra…

Anlatmaya değer bir şey olmadığı kararıma rağmen, sadece ufak bir değişiklik katmak için hayatıma, oturup yazacaktım birazdan…

Kelimelerimi gözden geçirdim kendimden sonra…

Onlar da benim kadar sancılı bir tembelliğe mi yapışmıştı; yoksa bir zamanlar ki gibi diri ve olanı olduğundan daha iyi gösterecek enerjiye sahip miydiler?

Kelimelerim.

Aslında onlar yerli yerinde duruyorlardı. Eskisinden daha çoktular. Ve anlamlıydılar.

Ancak işe yaramaları için yan yana getirmem, birbirlerinden güç almalarını sağlamam, hem onları hem muhataplarını şaşırtmam gerekiyordu.

Çünkü benim kelimelerimin her biri, mahallenin güzel kızı gibiydi; herkesin bildiği, aşina ve aşık olduğu…

Tek fark, ben hepsini koluma takıyor, haremime alıyor, âlemi bu hoyrat ve cüretkâr tavrımla sindiriyordum.

Ve âleme her gün, birbirinden güzel ve fakat birbirinden acımasız hikâyeler anlatıyordum.

Ve bir gün aniden sıkıldım…

Aynayla hasbıhalim çok uzun sürmüştü…

Bir bardak çaydan sonra, bütün kelimelerimi terk ettim.

Çünkü onlar, benim için hiçbir şey yapmıyorlardı.

Her biri için anlattığım, onları güzel ve alımlı kılan ayrı ayrı hikâyeler, yaşama arzumdan çalınmış sermayemmiş meğerse…

“Aşk”ın borcu o kadar kabarıktı ki…

Hele “hüzün”…

Hele “ölüm”…

Ve hele “İstanbul”…

“Karşılıksız”lığa verdiğim değer, altından kalkamayacağım bir fatura çıkardı önüme…

Ama dayanamadım işte…

Acaba, acı bir kahveyle mi çıksaydım karşılarına tekrar…

Yoksa “yok” saymaya devam mı etseydim.

Sonra her şey bir tarafa, ola ki geçici bir sulh sağlasam bile, hikâyemi dinlemek için kelimelerimin muhibbanlarını bulabilecek miydim?

Son yudumu sindirirken dimağımda o acı kahvenin, düşündüklerimin fal bakmaya düşkün bir eblehliğe benzediğini gördüm.

Ve vazgeçtim.

Belki bir gün…

Sürünün çobanına itaati ve muhabbeti kadarcık olsun gönül kapıma yaklaştıklarında ancak…

Belki…

 

Murat Başaran
08 Haziran 2013


2 yorum

  1. Sahi! Kelimeler bizim için bir şey yapmıyorlar mıydı yoksa asıl şeyi yaptıkları anda mı terk ediliyorlardı? Kelimeler aslında sessizliğin heybesinde umudun duvağına yüzünü süren gönderilmiş elçilerdir bize…

    Acaba aynalar mıydı kelimelerle aramızı bozup bizi boşluk ile hemhal eden yâr!

    Samimi, düşündüren ve saran bir yazıydı… Çok beğendim…
    Mehtap Altan

  2. Bazen sanki kendiliğinden inci inci dizilen kelimeler, bazen de ipi kopmuş tesbih taneleri gibi dağılıyor… Tesbihcinin ipi mi kalmıyor yoksa ipinin gücü mü, bilmem…
    Güzel kalemine sağlık Murat Başaran’ın.

    Hicran Seçkin

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir