İsimsiz [16 Haziran 2006 Cuma]

Bana anlattığın ve seni üzen ne varsa…
Hepsine talip olmam, çok merak ettiğim için değil de; eğer bunlar akıtılmazsa, seni tüketeceği için…
Bir yılan ısırığındaki zehri emmek gibi:
Zehir değil amaç, amaç zehirsiz kalman!
Tatlı olan zehir değil, seni mutlu görmek tatlı olan!..

Bunları anlattırırken sana; ben “seni” dinliyorum…
Senin sesin… Ve anlattıkça açılan nefesin… Söyledikçe ferahlayan gönlün… Gözlerinde tomurcuklanan yaşların ardından aydınlanan yüzün; ödülüm!..
Anlatıyorsun; çoğunu anlamıyorum aslında…
Ama, “seni” anlıyorum!

Aynı saçakta, bitişik kiremitlerin içinde yuva yapmaya çalışan serçeler gibiyiz. Ne kadar da şirin görünüyoruz…
Ama tıkırtılarımızı, altımızda bulunan odadakiler dahi duymuyor!.. Ötüşüyoruz halbuki, haykırıyoruz, ağlaşıyoruz… Bizler haykırdıkça, ötüştükçe, ağlaştıkça; “serçeler ne güzel cıvıldaşıyor” diyerek gülümsüyor, bizi fark edenler…
İnsanların çoğununsa, zaten umurunda bile değiliz!

Aynı yöne giden yolcular gibi, benzer kaderi paylaşanlar gibiyiz bir de… Hani bir gemi batsa… Tek kalasa tutunmuş iki kişi herkesten daha iyi anlaşırlar ya birbirleriyle; farklı bile olsa dilleri!..
…..
Tut elimi; aydınlığa yükselelim!

Sana söz vermem bile gerekmiyor;
Senin gizlin benim gizlimdir…
Çünkü “sen” benim gizlimsin!

Karşılıklı ‘tiktak’laşan iki salon saati gibiyiz. Her ikimiz de kendi dolaplarımızın içinde, kendi kendimize sarılı… Evet, birer yüzümüz var insanların gördüğü ve ‘tiktak’larımız var…
Ya sonra? Sonrası saat dolabının; yani tabuta benzer bir ahşap dolabın içinde, gizli!..
…..
Ne güzel şey, tabutlar: Yazılanı, adresine ulaştıran posta zarflarına benziyorlar! Değil mi?

Nihayet sabra gelip dayanıyor satırlar… Sabır; diyecek sözlerin ve yazacak kelimelerin bittiği nokta!
Kahretmek ile sabretmek; aynı arabanın iki öküzü… Ve her biri diğerinin aksi yöne gitmek istiyor!
Fakat bu arabanın yürümesi gerekiyor!..

Keşke senin adına sabredebilmek mümkün olsaydı… Seninle birlikte veya senin adına ağlamak mümkün… Peki ama senin adına nasıl sabredilir?

Anlattıklarını bilmek değil; bana doğru fırlatarak onlardan kurtulmanı istiyorum… Yani, kanına karışmış zehri değil, seni mutlu görmek istiyorum!..
Anlatıyorsun… Elimi yelpaze yapmaya çalışıyorum sana, kâğıtlarımı sallıyorum, üflüyorum…
Başına sarılmış olan sisler dağılıyor sonra yavaşça, uçuyooor, eriyor;
“Sen” kalıyorsun!

Stop
Muammer Erkul
16 Haziran 2006 Cuma

1 Yorum

  1. Gerçek sevmek burda anlatıldığı gibi 🙂

    ŞAHİKA ATEŞ

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir