16 milyon rengin dansı ve Köprü’nün yere battığı an…

 

Saat kaç bilmiyorum, ama geç vakit değil. Üsküdar’da, otoparka bıraktığım arabayı aldım, sahil boyu gidiyorum. Böyle bir güzelliği o güne kadar hiç duymamıştım. Muhtemelen o gece bir deneme yapılıyordu. Çünkü haberi 24 Nisan 2007 Salı günü yayınlandı.

Hava açık, gökyüzü siyaha yakın lacivert… Evlerin, ağaçların arasından gözüme kırmızı bir ışık takıldı, baktım; Boğaz Köprüsü’nün bacakları. Şaşırdım da; kırmızıya mı boyanmış, yoksa kırmızı bir ışık mı vurulmuş? Az sonra halatları da fark ettim ve askıları ve köprünün gövdesini: Sanki her karışına bir lamba konmuş; belirli bir ritme, melodiye uyar gibi lambalar yanıp sönüyor, sanki renkler şarkı söylüyor…

Elimde olmadan yavaşladım. Bir yandan gidiyorum, ama gözüm yukarıda… Kuzguncuk’u geçince, mezarlıkla sahildeki küçük ahşap mescidin hizasında kenara çektim. Muhteşem bir sistem kurulmuş: Gövde ışığı kırmızıdan yeşile değişiyor, teller maviye dönüyor; sonra süratlenen ışıklar bir şelale gibi ortaya doğru akıyor… Hemen ardından yeni bir renk dalgası; insanın göğsünden kabaran bir heyecan gibi yükseliyor ve onlar da belirli bir ritme uygun akarken, yerini bir başka renkler ordusuna bırakıyor… Vasıtaların geçtiği şeritlerin kenarındaki teller başka renk, halatlardan sarkan zikzaklı askı telleri başka renk ve bunlar da sürekli değişiyor…

Nasıl şaşırdığımı ve nasıl sevindiğimi anlatamam. Telefonu aldım ve hemen birkaç kişiye müjdeyi verdim…

Sonradan öğrendik: 16 milyon renk değiştirebilen bir sistemle ışıklandırılan boğazın gerdanlığında Türk bayrağının kırmızısı, doğanın yeşil ve mavisi izleniyor; iki yönden hareket ederek ortada buluşan renkler, iki kıtanın birleşmesini sembolize ediyormuş. Bu projeyle ışık ve renk sanatçılarının hazırlayacağı senaryolar, yeni ve değişik “ışık operaları” sunulabilecekmiş…

 

 

Öyle dalıp gidince neler hatırladım. Aradan bunca sene geçse de bazı hatıralar unutulmuyor: 1973’ün 30 Ekim’i. Gerçekten olağanüstü bir gün… Babam, sabah erken saatte annemle beni aldı, yola koyulduk. Yalnız değildik. Bütün otobüsler doluydu ve insanlar akın akın Beylerbeyi’ne gidiyorlardı, bizim gibi. Açılışa…

İlk defa böyle bir kalabalık görüyordum. Daha doğrusu görmeye çabalıyordum, çünkü her yanımda insanlar vardı. Bu kadar insanın içinden, en kolay gördüğüm gökyüzüydü; sanki bir kuyunun dibinden bakıyormuşum gibi!

Bir iki defa kucağa da alınmıştım şöyle uzakları göreyim diye; her yan insan, insan, insan…

Bayrakların çok olduğu taraftaydı gözler. “Başbakan” dedikleri adam sustuğu vakit hep beraber karşıya geçecektik!.. Bizimkiler, ellerimi sımsıkı tutmuştu. Hazır bekliyorduk…

Çok tuhaftı bu duygu: Denizin üzerinden yürüyerek Ortaköy’e ulaşmış olacaktık… Deniz altımızda kalacaktı ve biz havada olacaktık… Heyecanlıydım…

 

 

Bayraklar da heyecanla çırpınıyordu. Babam ise homurdanıyordu.

-Yıllarca “bu köprüyü yaptırmam” deyip durdu, şimdi açılışını yapıp kendini alkışlatıyor! Diyordu…

Galiba tam o sırada mavi balonlarla beyaz güvercinleri uçuruyorlardı… Ben ise;

-Hiçbir şey göremiyorum, diye mızırdanıyordum. Annem ve babam ise ellerimi daha da sıkı tutarak;

-Sakın elimizi bırakma, diye tembih ediyorlardı… Bir kaybedersek birbirimizi, bir daha imkanı yok buluşamayız!..

 

 

Biraz sonra, konuşan adam sustu.

Herkes susuyordu şimdi…

Hem canım sıkılıyordu, hem de heyecanlanıyordum…

Önümdeki adam arada bir kafasını sildiği mavi çizgili mendilini tam burnumun dibinde duran arka cebine tıkıyordu. Pantolonu tozlu bir lacivertti. Bacağının arasından baktıkça yine bir sürü bacak görüyordum… İnsan bacaklarından başka, bir de; ta bulutlara yaklaşmış olan köprünün bacakları görünüyordu bulunduğum yerden…

Küçücük olsam mecburen kucakta taşınacak, her şeyi görecektim… Büyük olsam kendi bacaklarımın üzerinde yükselerek gene görecektim bir şeyler… E şimdi, böyle; bir sürü insan arkası, adam bacağı, kadın ayağı, yerlerde ezilmiş sigara paketleri, izmaritler, düşmüş kâğıtlar filan…

 

 

Direkler tarafından bir alkış sesi geldi… Herkes biri birine “susun” dediği için hiç kimse bir şey anlayamadı… Ardından yine alkışlar duyuldu.

Sonra acayip bir gürültü duydum. Arı kovanlarının boşalmasını andıran bir ses; sevinme, gülme, bağırma, koşma, yürüme, zıplama, yuvarlanma ve her şeye benzeyen bir hengâme…

Uzaktaki seslerin geldiği yer, kalabalığın önü olmalıydı…

Durmaz, kesilmez bir uğultu kaplamıştı şimdi ortalığı. Ellerimi daha da sıkı kavradı bizimkiler. Ben de onların elini sımsıkı tutmaktaydım…

Meğer o sıra, başbakan denen adam kurdeleyi kesmiş ve kalabalığın önündeki tahta barikatlar açılmış…

Yavaş yavaş çözülmeye başlayan kalabalıkla birlikte biz de hareketlenip, ağır ağır ilerlemeye çalıştık. Henüz kısa bir mesafe gitmişken; mikrofonu kapan birisinin, panik halindeki sesi duyulmaya başladı:

-Duruuun, diye bağırıyordu adam… Durun, köprüyü, geçmek yasaklandı… Durun… Durum tehlikeli!..

Polisler yolu kapatmaya, kalabalıktan kopup koşan insanları tutmaya çabalıyordu ama nafile; iki üç kişiyi yakalasalar beş on kişi kollarının, bacaklarının arasından sıyrılıyor ve var güçleriyle Ortaköy’e doğru fırlıyorlardı… Barikatlar dağılmış, insanlar yayılmış ve bir kısmı polisleri aşıp eksildiği için önümüz açılmıştı ve olanları ben de görmeye başlamıştım…

Gürültü ve heyecandan bu tehlike anonslarını bile duymamış olan yüzlerce binlerce insan, bağıra-haykıra köprünün Beylerbeyi’ne basan ayakları hizasını geçmiş… Ve tarihte ilk defa… İstanbul Boğazı’nın üzerinde Avrupa yakasına koşuyorlardı…

Heyecanı hayal edin!

Çok zaman geçti, ama manzara hâlâ gözlerimin önünde: Büyük bir uğultu ve sarsıntıyla koşan insanlar… Korkuyla mikrofonda bağıran adamın sesi… Ve bir salıncak gibi sallanan köprü…

 

 

Biz, durdurulabilenlerdendik!..

Ardımızda, tepeleri bile doldurmuş büyük insan kalabalığı… Koşanlar, gittikçe ufalıyor, gözden kayboluyordu… Köprünün zemini yılan gibi sağa sola bükülüyor; gidiş ve geliş şeritlerinin ortasındaki aydınlatma lambalarının direkleri iki yana yatacakmış gibi sallanıp duruyordu…

Yarınki gazetelerden öğreneceğimize göre; Boğaziçi Köprüsü o ilk dakikalarda birkaç santim zemine gömülmüştü!..

 

 

Köprüyü toprağa batıracak büyüklükteki izdihamı… Ondan daha büyük olan, insanların coşku ve heyecanını… Söylendiğine göre; çok yaklaşılmış olan “dehşeti” düşünebiliyor musunuz?..

Şükür ki o kadarla kaldı.

30 Ekim’in üzerinden otuz üç sene geçmiş, neredeyse otuz dört yıl olacak. Boğaziçi Köprüsü ayakta… İkinci köprü geldi, yeni köprü ve geçit projeleri devam ediyor… 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir