Bir insan, başka hangi zamanında; bebeklikten çocukluğa adım attığı zamankinden daha cesur olabilir?
Eğer tutmasalar; bir kaplanın burun deliğine parmağını sokmaya kim cüret edebilir? Eğer mani olmasalar; bir gökdelenin tepesinde, kendi altından uçan martıları yakalamaya kim çalışabilir? Eğer tedbir almasalar; yüksek gerilim hattı telleriyle oynamaya kim yeltenebilir?
İşte ben de, üstü kıpır kıpır ve mavi ve parlak ve ıslak ve dümdüz şu şeyin üzerinde yürümek istediğim zaman, bana neden engel olmaya çalıştıklarını bir türlü anlamıyordum… Bir yandan cıscıbıl soyarak soktukları halde beni içine, diğer yandan da, adına “deniz” dedikleri bu yerden niye korktuklarını anlamıyordum…
Ben, korkmuyordum…
Deniz bana dokunuyordu, ben denize!.. Deniz beni tokatlıyordu, ben de denizi!.. Deniz benim oramı buramı yakalayıp mıncıklamaya çalışıyordu, ben de denizin… Ama ikimiz de bunu başaramıyorduk; ne o beni tutabiliyordu, ne de ben onu…
Yıllar sonra… Eski “Şel” depolarının önünde, kum/yük iskelelerinin dibinde, yapayalnız, önce ayaklarımın yerden kesildiği noktaya kadar suyun içinde yürüyüp, daha sonra da derine doğru hiç durmadan yüzerek yarım bir tur atıp, boyumu geçmeyen kısma geri dönmeye başlamak benim için büyük aşamaydı…
Mesafeyi belirliyor ve habire bunu tekrarlıyordum…
Bir defasında kıyıya geldim sanıp kendimi saldım, ki bir baktım ayaklarım boşlukta!.. Belki bir santimdi boyumu geçen derinlik belki bir metre, ama ben inandım ki; derinlere gidebilmiş… Ve o gün “yüzebildiğime” inanmıştım!..
Sonra da lokalin yan bahçesindeki küçük mendireğin ucundan, diğer çocuklarla birlikte atlayıp; kıyıya kadar yüzmeye alışmıştım…
Ve yıllar sonra… Babamla birlikte, (rahmetli) Halit amcanın motoruyla, Beykoz açıklarında, sanırım birinci duba hizasında dolanıyorduk. Birden cesaret kapladı içimi, sahil de gözüme yakın göründü ve atladım suya…
-Yavaş yavaş gelirim, dedim Halit amcaya. O da “tamam” diyerek kafasını salladı ama ben onun motora gaz verip sahile yöneleceğini düşünmemiştim…
Ansızın yalnız başıma kaldım!.. Ansızın ayaklarımın ne kadar boşlukta ve dayanaksız, vücudumun ne kadar savunmasız, kollarımın ne kadar güçsüz, nefesimin ne kadar yetersiz ve su hizasından bakılınca da sahilin ne kadar ulaşılmaz bir uzaklıkta olduğunu fark ettim!..
Bağırdım, ama sesim ilerleyen motorun gürültüsüne karıştı… Hızla yüzüp onları yakalamayı denedim ama bu zaten imkansızdı!.. El salladım ve bağırdım ve kulaç atmaya devam ettim bana sonsuz gibi gelen sahile doğru…
Bilgisayar başında oturmakla deniz ortasında yalnız kalmak arasında oldukça büyük bir duygu farkı oluyor, bundan emin olabilirsiniz!..
O gün, bana acıyıp geri dönmeselerdi boğulur muydum, bilmiyorum; belki onlardan ümidimi kesince, sakin olmaya ve başımın çaresine bakmaya çalışırdım. Ama döndüler!
Şimdi, bu basit çocuk hikâyelerini; yüzmeyi ne kadar bilip bilmediğimi anlatmak için yazdığımı sananlar yanıldı! Şunun anlaşılması lazımdı bu yazıda:
Durmadan bir şeyler başarmak isteyeceksin hayatın boyunca… Fakat lokmalarını küçük yutacak, hedeflerini küçük tutacaksın!..
Kahramanlar lazım, ama işin sonunu getirenler daha çok lazım!..
Fetih ordusundaki herkes (sadece) Ulubatlı Hasan’ın yaptığını yapmış olsaydı, belki de Türkler hâlâ İstanbul surlarının ardında bekliyor olurdu! Surlara binlerce bayrağımız çıkarılır ama surların üzerinde binlerce kahramanımız göğsüne kırkar ok saplanmış olarak yatıyor olurdu!
Bizim ne yapmamız lazım?
Bizim; istikameti doğru olan, kolayca başarılabilecek olan ve devamı gelebilecek hedefleri, ardı ardına koymamız… Ve de bunları yapmamız-bitirmemiz lazım?..
Yani, surların üzerine bir Hasan yeter! Bizim; şehrin kalbine doğru yürüyebilmemiz, atılacak adımları devam ettirebilmemiz lazım…
Şöyle bir kükreyerek, benim gibi düşünmeden atlayanlar denizin orta yerine; yalvarıp dururlar sonra, birileri kendilerini kurtarsın diye!
Hadi bakalım;
Her yediğiniz şifa olsun inşallah!..
Stop
Muammer Erkul
17 Haziran 2005 Cuma