Bir lokma geyik [13 Kasım 2003 Perşembe]

(Bugünkü yazıyı okumadan evvel dün çıkan ilk kısmını da okumanızı tavsiye ederim..)

Aklı başında olan herkes bilir ki; iki ayrı takvim var, ve yine herkes bilir ki; bunlardan biri 15 sene kadar önce değiştirilerek (olduğu gibi korunan) diğerinden ayrılmış…
Acaba insanlar niye anlamıyorlar; (1)güneşin TAM doğduğu an, (2)günün TAM öğle vakti, (3)güneşin TAM battığı anın tespit edilmesi kadar net değildir bazı vakitler. Hangi vakitlerdir bu kadar net olmayan vakitler?.. (1)İkindi vakti, (2)yatsı vakti ve (3)sahur zamanı… Yani güneş ışığı koca bir yumak gibi dünyanın üstüne sarılırken; biz üç zamanı yani güneş, öğle, akşam anlarını (örnek olarak) incecik bir kalemle bile net olarak işaretleyebildiğimiz halde, diğer üç zamanı (ikindi, yatsı, sahur) ancak kalın bir fosforlu kalemle belirtebiliriz…
Bu, dikkat edilecek birinci husustu…
İkincisiyse şu; artık şehirlerin doğu ucu ile batı ucu arasında yüz kilometre kadar mesafe var, ve her şehir için takvime zaman yazılırken şehrin ortası dikkate alınıyor. Öyle, değil mi?..
Anlaşılmayan bir şey var mı buraya kadar?..

Bahsi geçen iki takvim arasındaki fark; 10-15 dakikalık “temkin vakti” farkıdır. Yani, bu (gri, flu, tam net olmayan, vaktin girip girmediği kesin olmayan) belirsiz vaktin, bir takvim en başını alıyor, biri ise en sonunu.
Yani bu temkin zamanını dikkate alanların TAMAMI oruçlu olunması gereken zamanda bir şey yememiş olduğu halde, bu vaktin sonuna kadar yeyip-içenlerin (hadi tamamı demeyelim ama) pek çoğu, oruç zamanında yeyip içmiş oluyor. Değil mi?..
On sene kadar evvel bu konu çok tartışılıyordu ya, hırsımdan ağladığım oluyordu. Çünkü sevdiğim insanlar sahura kalkıyordu, gözümün önünde yemeklerini yiyordu. Sonra oruç vakti başlıyordu. Onlar bu oruç zamanın ilk on dakikasında bir iki lokma daha yeyip veya yarım bardak su içip ORUÇLARINI BOZUYOR, ziyan ediyorlar; ardından da taa akşama kadar boşu boşuna aç duruyorlardı. Ve iftar vakti; “Allah’ım orucuma sevap yaz” diye yalvarıp duruyorlardı!..
İnat var ya inat, başka hiçbir şeye benzemiyor…

Bir zamanlar yaşadığımız başka bir mahallenin müezziniyle bunu konuşmuştuk. Öyle ya, onun bari bunları biliyor olması gerekmez miydi?.. Evet, biliyordu. Ama “Ben maaşlı bir devlet memuruyum”, diyordu adam. “Takvimde yazan vakte kadar kendi evimde yemeğimi yerim. Sonra çıkıp camiye gider ve ezan okurum…”
-E, be adam, millet sen okuyuncaya kadar yiyor-içiyor ya!..
-E iyi de, bundan bana ne?.. Milletin tuttuğu veya bozduğu orucun muhafızı ben miyim? Onlar sofradan erken kalkmıyor diye ben niye yarım bırakayım ki tabağımdaki yemeğimi?..

İşte bazı insanların bunu, yani temkin vaktini (nasıl olup ta anlamamakta ısrar ettiğini) anlamadı aklım şimdiye kadar, bir de; AIDS’li olduğunu söyleyen ..biiip..lerle pazarlık yaparken görüntülenen ve, mikrofona “biz askeriz, AIDS mikrobu Türk’e bir şey yapmaz” diye saçmalayan ..biip..lerin nasıl olup ta bu kadar salak olabildiğini anlamadı…
İkisi arasında yine de fark var.
Çünkü hastalarla pazarlık yapanlar hem cahil hem de sarhoş, diğerleri ise (güya) hem ayık, hem de akıllı…
Aradaki fark ne, biliyor musunuz? İnat!..
Ve şunu biliyor musunuz;
Bir gün AIDS’e çare bulunacak, ama “kör inat” kıyamete kadar devasız kalacak!..

Sonra kurt, fersiz gözlerle; geyik etiyle karnını şişirmiş olan tilkiye baktı.
“-Budu görünce kendi ağzım sulanmıştı zaten, dedi. Ve şöyle mırıldandı:
Bu alçak tilkinin sözüne de; onun doğru söylediğine inandığım için değil, sırf “kendi canım öyle inanmak istiyor” diye inanmıştım. Eğer yeni bir hayatım olsaydı, oruçtan soracaksam; en azından oruç tutana sorardım.
Ama benim için vakit geldi galiba, artık iş işten geçti!..”

Stop
Muammer Erkul
13 Kasım 2003 Perşembe

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir