Çok bıçak gördünüz.
Ama, kaç bıçağa “baktınız” şimdiye kadar?..
……….
Şehirden dönen babası yanına çağırdı oğlunu.
“Al dedi. Sana lâzım olur bu…”
Kabzası sarımsı, kemiktendi. Katlayınca ağzı gizlenen çakı, tehlikesiz olarak cebe de konabilecekti.
Sanki ayakları yerden kesildi ve sanki koca bir ordunun bütün silahları önüne yığıldı çocuğun!.. Elinde tarttı, çeliğin dönüş hareketini ve keskinliğini kontrol etti. Sadece gözlerine baktı sonra babasının; ağzını açamadan, ve bir söz söyleyemeden… Babası da cevap veremedi bu bakışlara.
“Hadi bakalım koş, dedi sonra. Koyunların seni bekliyor…”
Uçtu çocuk!..
Çok keskindi… Bütün ekmeklerini çakısıyla doğruyordu artık. Dilimlerin üzerine çakısıyla yağ-reçel sürüyordu. Gerektiği zaman çakısıyla kesiyordu ağaçların ince dallarını. Çakısıyla yontuyordu tahta parçalarını…
Hatta bir keresinde, düşüp yaralanan bir koçu, yine bu çakıyla kesmişti babası, alelacele; murdar olmasın diye…
Küçük çoban yıkıyor, temizliyor, siliyor ve kaybolmasından korkarak dikkatlice cebine koyuyordu çakısını. Hatta pantolonunun cebindeki küçücük deliği bile sırf bunun için yamattırmıştı annesine…
Ama bir gün, kurşunkalemini açarken zorluk çekti küçük çocuk. Şaşırdı… Kocaman koçu bile kesmiş olan çakısı bir kalemi mi açamıyordu yani?.. Ağaçtan bir çubuk keserek sivriltmeyi denedi, kaydı çakısı…
Üzgündü şimdi. Ve ne yapacağını bilemiyordu. Çakısı eskisi gibi işe yaramıyordu artık… Sofraya oturduklarında annesi;
“Oğlum, dedi. Çakını ver de şu somunu böleyim…”
“Anne, diye sızlandı küçük çoban. Anne, benim çakım artık eskisi gibi değil… Ekmek bile kesemiyor!..”
Sabah oldu. Çocuk dışarı çıktığında babası bahçedeydi.
“Şunlarla daha önce hiç karşılaşmadın mı sen, oğlum?..”
“Ne ki bunlar?” Diye sordu çocuk. Adam cevap verdi:
“Bileyi taşı!..”
…..
Sonra çakısını istedi oğlundan ve onu yatırıp ikisini biri birine sürtmeye başladı… Sonra birazcık ıslattı, tekrar sürttü. Biraz daha ıslatıp tekrar sürtmeye devam etti…
“Dokunmak ister misin, sürttükçe nasıl kızıyor çakın!..”
Dokundu çocuk. Evet, çakısı ısınmıştı. Ama bileyi taşının ıslak yerine yüzü, gözü, burnu sürtünen çeliğin; dişleri ışıldıyor ve gözlerinden kıvılcımlar fışkırıyordu sanki..
Çakısını oğluna verdi sonunda adam, ve dedi ki:
“Artık eskisi gibi, hatta daha da keskin oldu…
Ama sen, bu kadar cebinde saklama çakını. Varsın bileyi taşlarına, bulamazsa siyah kayalara sürtünsün yüzü…
Çünkü budur bıçağı bıçak eden!..
İşte bunun için, doğru yolda olduğunu bilen çoğu yazarlar; anlamsız, ve sert, ve aslı astarı olmayan eleştirilerle karşılaştıklarında umursamamaya çalışırlar…
Bilirler ki; bunlar (yani sadece kusur arayan eleştiriler) birer bileyi taşıdır…
Ve yine bilirler ki;
Bilenmemiş çakılar, bilenenler gibi/kadar işe yaramaz!..
……….
Çok bıçak görmüştünüz.
Umarım her bıçağa “bakarsınız” şimdiden sonra!..
Stop
Muammer Erkul
19 Mayıs 2004 Çarşamba