Düzce
Bu yazı nasıl yazılır şimdi, bilmiyorum… Aslında düşünmek bile istemediklerimi nasıl anlatabilirim size!..
Bu yazı beni rahatlatır mı, veya size birşeyler kazandırır mı, bilmiyorum… İnsanların “kara yazı”sını aktaran bu yazı yazılmalı mı, onu da bilmiyorum…
Bildiğim şu; henüz botlarımda enkazların tozu var… Henüz üzerimden kabanımı bile çıkarmadım… Henüz…
Henüz yeni bir acıyla yanmadan ortalık ve kilitlenmeden telefon-faks hatları, bugünkü yazıyı yollayayım bari gazeteye. Dün yeni birşeyler okuyamadınız. Çünkü pazar sabahı bir ara düşürdüm telefonu ve; “İyiyiz… Şarjım bitmek üzere ve elektrikler yok… ‘Bul Beni’den bir şeyler koyun…” gibi laflar edebildim ancak. Sonra irtibat kesildi…
Şimdi hafif hafif üşüyorum, ordaki insanları düşününce utanarak!.. Saat geceyarısına beş var… 14 Kasım pazar günü bitmek üzere…
Ordaki insanlar şu an gerçek bir acıyı soluyorlar… Eksi üç-dört derece soğuk… Yıkılan binanın içinde yangın… Enkaz altında sıkışmış insanlar… İçeriden feryatlar… Dışarıdan feryatlar… Ve çatır çatır yanan insanlar. Düşünebiliyor musunuz?… Allah rahmet eylesin ve kalanlara şifalar ve sabırlar versin.
12 Kasım cuma ne kadar soğuk bir akşam getirdi, değil mi? Ben, babamın Velimeşe’deki evine gitmek üzere otobüse binerken titriyordum… Onsekiz otuz sularında da sıcak sobanın hemen yanına diz çökmüş ve mealden, Tevbe sûresi’nin 2. ayeti üzerinde düşünüyordum… Biraz sonra, soğukta iyi geldiği için ayva çayı yapmak üzere mutfağa geçtim. Tezgahın üzerinde bir ayvayı bölmeye uğraşırken başım döndü! Bu tuhaf sallanışın ardından refleks halinde yukarıya baktım ki, lamba sallanıyor… Odaya dalıp Rayet Su’yu aldım ve panik yapmadan aşağı indik. Bahçenin ortasında ilk çevirdiğim numara İstanbul oldu; ablam nefes nefeseydi… Ardından Düzce, Gölyaka’yı aradım, düşüremedim. Merak işte; Elif sabah köyde teyzesiyle beraber dedesinin yanında kalıyordu iki haftadır. Büyük ihtimalle onlar daha fazla sallanmışlardı. Tekrar aradım, gene düşüremedim. Merak ediyordum; depremin merkezi neresiydi…
Sonra televizyonun başına gittim. “Ankara civarında 6 nokta bilmemkaç” bir sarsıntıdan bahsetti birisi. Ankara nedense tuhaf geldi bana; ciddî değilmiş gibi… Sonra “Bolu” diye duydum… Ardından “Düzce” dendiğini, sonundaysa “Gölyaka’nın doğusu!..”
Telefonlar bazen çare değil de çaresizliğin adı!.. Ardından haberi olabilecek kişileri bulmaya çabaladım…
Bir saat geçti…
Bir saat!
Ve sonunda ilk ve tek haber geldi: “Çıkmışlar, iyilermiş, dışarda kalacaklarmış… Gelip çocuğu alsak iyi olurmuş…”
O gece “bir şekilde” geçti!.. Teselli; köy evleri diğerlerine benzemiyor… Ve sağ olduklarını biliyoruz..
Eniştem Mahmutbey’deki gişelerden bizi aldı, Kozyatağı’ndan ablamlar dahil oldu bize ve yola çıktık. Yurtiçi ve dışından telefonlar geliyor. Ekranda Düzce’yi gören bizi arıyor…
Adapazarı’ndan sonra her yolun, her sapağın ağzında polis-jandarma barikatları; geçmek yasak!.. Tartışmalar-kavgalar… Barikatları ezip geçen insanlar, onları kovalayan, yakalayan polis araçları!.. Saatler süren işkenceli bir yolculuk… Üstüne üstlük “yeni deprem” uyarılarıyla dolu telefon mesajları…
Düzce’ye 8-10 kilometre kala saptık. Birazdan, önceki depremde suyu akmayan Aksu’nun üzerindeyiz… Ve Gölyaka.
Büyümüş gözlerle Ağustos ayında yarısından çoğu ağır hasar gören veya yıkılan ilçeyi araştırıyoruz; yeni göçük gözükmüyor ama caddeler inanılmaz derecede boş…
Köye çıktığımızda akşam ezanı okunmuş, hava yeni kararıyor.. Söylenenler doğru; ev sağlam. Ve herkes bir yumak oluyor!..
Elif Sabah (üçbuçuk yaşında) depremi anlatıyor: “Deprem oldu. Ev böyle böyle sallandı… Karanlık oldu. Korktum…”
Bu ev doğuya bakan bir yamaçta kurulu… Üst katın altında bir yarım kat var. Ve şu an bu evde yedi aile geceyi geçirecek…
Önceki depremden kalan sivil savunmanın turuncu çadırını toplamışlar geçen hafta. Ve dışarısı kalınacak gibi değil…
Malum, dün gece kimse uyumamış… Sarsıntılar devam ederken içeride rahatlamak imkânsız. Herkes dışarı fırlamaya hazır beklemiş. acil eşyalar da kapının kenarında. Kızımın ayakkabıları bile ayağındaydı uyuyuncaya kadar…
Dayısı da burda. Bizden birkaç saat önce gelmişler Düzce’den; kayda değer eşyaları bir kamyonete yükleyerek.
İkinci planda olsa bile, asıl endişe onlar içindi. Çünkü aynı bahçe içinde iki katlı iki eski ev var, biri ablasına biri kızkardeşine (yani bize) ait. Orda kalıyorlardı. Şerefiye mahallesi, Çakman Ahmet Sokak… Televizyondaki görüntülerden bazıları o sokağa aitti işte…
Otopark tarafındaki evin üst katında tamirat yapıyormuş Ekrem Abi… Pencereler açıkmış. Sarsıntı başlar başlamaz yanındaki küçük oğlunu kucağına almış, sırtını duvara yaslamış ve üzerine kapanmış. İki kişinin taşıyamadığı çamaşır makinasının bile yerlerde yuvarlandığı bir sarsıntı, düşünebiliyor musunuz?.. Yüklü kamyonların bile dümdüz asfaltta park halindeyken devrildiğini hayal edebiliyor musunuz?..
O gecenin adı tedirginlikti…
Herkes yatmış, ben de bir kanepeye oturmuş, başımı da arkaya koymuştum… Ki korkuyla ve hiç yaşamadığım bir hisle fırladım, saat 01 sularıydı: Sallanmadığımız bir sarsıntı!.. Ama, sanki koca bir kütle koptu, bir kenara bir kere çarptı ve sonsuz bir boşluğa doğru düşüp gitti… Çok belirgin ve dehşet bir “dınnn”lama… Bu dağın yamacında hissettiğim; altımızın sanki bomboş olmasıydı!.. Uyku tutmadan, saat ikiyi çeyrek geçti. Herkesle birlikte tekrar fırladım ama ardından uyumuşum. Diğerleri başka sarsıntılar da duymuş, ben duymadım.
Sabah, çocuklar arabaların camlarından kırağı toplayıp kartopu oynadılar, çünkü çok soğuk bir gece geçti.
Sabah ablamız diyordu ki; “Diyeceğim ki, gelin burda kalın. En azından ev sağlam. Ne bulursak beraber yeriz. Ölmekten kötü değil ya…”
Gölyaka’dan geçip Düzce’ye vardık:
Aman Ya Rabbi!..
Aman Ya Rabbi!..
——————————————————–
GÜNÜN SÖZÜ
Çocuğunuz kendi başına ayakta durabilirse her şeye karşı koyabilir.
Stop
Muammer Erkul
16 Kasım 1999 Salı