En kolay pişen yemek(!) [20 Kasım 2000 Pazartesi]

En kolay pişen yemek(!)

İnşaallah hepinizin bir Dilaver’i… Yani onun kadar sıcak, sevmeyi ve atacağı adımın nereye gideceğini bilen, üstelik neşe dolu, hoşsohbet bir dostu olur…

Aslında Dilaver ile toplam kaç kere görüştüğümüzü itiraf etsem, gülersiniz bana ki; bu nasıl dostluk diye…
Bir de; misafiri olduğumuz bir radyo programının ortasında stüdyoya dalıp fıkra anlatmasıyla tanıştığımızı söylesem şaşırırsınız herhalde…

Son olarak da, görüşme ortalamamızın yılda yarım defa… Yani iki senede bir kere civarında olduğunu not edeyim… Ki tam olsun!..

Tamam, biliyoruz; size ne bunlardan da; hadise başka türlü…
Ssst, susun…
Anlatmam bak!..

On gün kadar önce Dilaver’den bir mesaj geldi cep telefonuma. Diyor ki;
“Haltetmiş onlar…”
İmza: Dilaver Arvas
Düşündüm düşündüm, çıkamadım işin içinden. Sordum, kimin haltettiğini… Bir hafta kadar sonra yazdığı cevaptan anladım ki; belki de aylar önce söylediğim bir cümlenin cevabıymış o!..
Çünkü şunları yazmış bana:

Yavuz Sultan Selim hân hazretleri, Vezîr-i A’zâmı ile karşıya (sanırım Üsküdar’a) geçerlerken sandalda soruyor:
“Lala, en kolay pişen yemek hangisidir?..”
“Yumurtadır hünkarım.”
…..
10 sene kadar sonra Mısır seferinde, sultan aniden;
“Neyle lala?” Diye sorunca, sadrazam tereddütsüz;
“Yağla hünkarım” diye cevap veriyor!..

Dilaver der ki;
Halteden, aramıza gireceklerini zanneden senelerdir, seneleeeer…
Vesselam, duaya devam.

Yukarıda okuduğunuz bir fıkra değil bence…
Hatta bırakın fıkrayı, bir ibret vesikası.
Niye?..
Çünkü başarının en büyük sırlarından birini koyuyor önümüze…
Diyor ki;
“Buyur, gör işte karşıdaki insana ve söylenen söze verilen değeri… Odaklanmayı ve aradan geçen bunca zamana rağmen dikkatin kopmayışını!..”
Ve diyor ki:
“Ne Yavuz olmak, ne de Yavuz’a sadrazam (başbakan) olmak bu kadar kolay…
Yavuz’lar boşu boşuna… Durup dururken… Tesadüfen Yavuz olmuyor!..”

———————————————————-

Zaman

Aradan kimbilir kaç yıl geçti,
Darağacında asılıydı zamanlar,
Yıldızlar o zaman da göklerdeydi
Biz yine yerde…
Biraz uzatsaydık ellerimizi
Işıklar yağacaktı üzerimize
Ama biz çırpınırken umutlarımız
Ayaklarımızın altında
Karanlıkları bağladık gözlerimize

Aradan kimbilir kaç yıl geçti,
Sırat köprüsündeydi gönüller,
Kılıçtan keskin kıldan ince
Cennet neredeydi Allah’ım..
Cehennem mi çiçek açmıştı dimağlarımızda
Kavak yelleri değil miydi başımızda esen
Fırtınalar mıydı delice..

Aradan kimbilir kaç yıl geçti,
Dudakları alnımızdaydı sonsuzluğun
Buzdan damlalar yeşeriyordu saçlarımızda
Neden denizler ağlamıyordu
Bulutların neden ıslak gözleri
Ve biz suya hasretiz neden
Uçurumlara dikmiştik fidanlarımızı
Hüsran derlemiştik ateş bahçelerinden
Puslu bir öpüş konduruyorken toprak
Gülün yanaklarına..
Dudakları yakıyordu sonsuzluğun….
Aynur Alptekin

Gözyaşı

“Gözleri güzelleştiren, onlardan akan yaştır.
Tıpkı bir yağmurun tozlu bir camı berraklaştırdığı gibi…”
Derya Birkan (Türkiye’me selam…)

İyi cevap

Hükümet ricalinden biri Napolyon’un bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını harita üzerinde gezdirerek:
“Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zaptetmeliydiniz” gibi fikirler belirtmeye başlayınca, Napolyon:
“Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi dediğin gibi yapardım!..”

Stop
Muammer Erkul 

20 Kasım 2000 Pazartesi

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir